Derya (Doşu) benden daha cesur ve kedi gibiydi; bir saniyede en yüksek dallara tırmanır kopardığı armutları aşağıda branda gibi gerdiğim t-shirtüme atardı. Oturur duvar üstüne, armutları üstümüze sıvazlayıp yerdik. Yere düşen yaprakları toplayıp, desteleyip, evcilik için para yapardık (şimdiki gibi gerçek hayatın bire bir kopyası, evcilik gereçleri yoktu; iyi ki...).
Ön bahçede beyazlı pembeli çiçekleri olan bir çalı
vardı. Minicik, damlacık gibi keseleri vardı çiçeklerinin. Onları ağzımıza
alıp, patlatıp balını emerdik. Bunu ilk kim keşfetti bilmiyorum, ama hayatımız
keşifti zaten... Her kuytu, her bahçe, köşe-bucak, gizemi çözülmesi gereken
esrarengiz bir görev, biz de birer kaşif, belgeselci, dedektiftik...
Kar tutunca -ki hep tutardı Ankara’da, 80’lerde- bir
karton parçasıyla kaldırımdan aşağı
uçardık. Belimize kadar yutardı bizi kar
bahçede. Ezu ‘İmdaat, kurtarın beni!’ diyen dağda mahsur kalmış çocuğu, öbürü
de canı pahasına onu çekip çıkaran kurtarıcıyı oynardı! Eve girdiğimde bütün
bedenimin kardan kıpkırmızı yandığını, fanilamın, çorabımın içinden kar
topçuklarını temizlediğimizi hatırlıyorum. Annem şimdi torunlarına yaptığı gibi
‘Ah çok üşümüş bu, hasta olacak!’ diye feryat etmezdi o zamanlar!
Garaj çatısından sarkan dev buzları koparır, yalardık; kılıç gibi vururduk onları birbirine, çat çut... Hüloşu'nunki mi önce kırılacak, benimki mi?... Arka bahçenin buz tutan araba parkında kaymak kesmezse, babam bizi Kurtuluş Parkı’nda buz pateni yapmaya götürürdü Peto'yla. Ne o pist, ne de paten yapmak bir lükstü; şehrin göbeğinde tüm çocukları buluşturan tıklım tıklım buz sahasında, cızır cızır paten sesleri içinde, ne heyecanlanırdım Allah'ım.
Atatürk Orman Çiftliği’nin dev papağanları; Kuğulu
Park’ın kuğuları; Botanik Parkı balıkları; ayrıca civcivlerim, kanaryalarım, mavi gözlü tavşanım, kıvırcık saçlı köpeğim hiç aklımdan çıkmıyorlar. Büyük bir şehrin
‘merkezi’ çocuğu olarak büyümeme rağmen, ‘dışarı’yla, arka bahçeyle, parklarla,
hayvanlarla o kadar sıkı fıkıydım ki bu bile yetti doğayla bağ kurmama.
‘Doğaya bir kere bağlanmışsanız, bu bağ hep canlı kalır.
Doğa ömrümüzü aydınlatmayı, bizi kaldırmayı ve taşımayı sürdürür.'
Richard
Louv
Bir gün büyüdüm.
İstanbul’a taşındım, evlendim, Can ve Ayşe’nin annesi oldum. Onlar hayatta değilken, hatta beşikteyken her şey rayına binmiş gidiyordu; şehir hayatının bir memuru olarak, hesabıma düşen asgari bir ağaç, bir deniz manzarası ile kıt kanaat geçiniyor, şikayet ettiğim şeyleri sineye çekmeye alışık, bununla barışık, yuvarlanıp gidiyordum. Ağaç yerine paspası tırnaklamayı kanıksamış tekirime benzemiştim. Kapının açık olduğunu farketmiyordum- ki zaten farketsem de, korktuğumdan, dışarı kaçmak aklımın ucundan bile geçmiyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder