17 Aralık 2024 Salı

9. Mutlu Çocukluğum


Bir armut ağacım vardı. Arka bahçeye bakan yatak odamın penceresinden, üstünde kat kat istiflenen karı, sonra yeşillenip neşeli çiçekler doğuruşunu seyretmeye bayılırdım. Dallarında yaşayan kumru ve serçelerin sesi dersime, uykuma karışırdı. Minicik armutlarına göre kocaman bir cüssesi olan (ya da bana öyle gelen) bu ağaç, arka bahçemin masalsı ana kahramanıydı. Ben ve iki-üç canciğerim, bu masalın içinde, onun üstünde, altında, civarında, çok mutlu ve ‘özel’ bir çocukluk geçirdik..

Derya (Doşu) benden daha cesur ve kedi gibiydi; bir saniyede en yüksek dallara tırmanır kopardığı armutları aşağıda branda gibi gerdiğim t-shirtüme atardı. Oturur duvar üstüne, armutları üstümüze sıvazlayıp yerdik. Yere düşen yaprakları toplayıp, desteleyip, evcilik için para yapardık (şimdiki gibi gerçek hayatın bire bir kopyası, evcilik gereçleri yoktu; iyi ki...).

Hep dışarıdaydık... Dışarıya bayılıyordum. Top oynamak, ip atlamak, duvardan atlamak, duvara çıkmak, garajın kenarındaki demirlere tırmanmak, tırmanılacak herhangi bir şey bulmak, arkadaki apartmanın tehlikeli (!) toprak yamacından alt mahallelere inmek, macuncunun yolunu gözlemek,  yağmur bastırdığında saçaklar altına oturup bir şeyler yemek çok ama çok keyifliydi..

Ön bahçede beyazlı pembeli çiçekleri olan bir çalı vardı. Minicik, damlacık gibi keseleri vardı çiçeklerinin. Onları ağzımıza alıp, patlatıp balını emerdik. Bunu ilk kim keşfetti bilmiyorum, ama hayatımız keşifti zaten... Her kuytu, her bahçe, köşe-bucak, gizemi çözülmesi gereken
esrarengiz bir görev, biz de birer kaşif, belgeselci, dedektiftik...

Kar tutunca -ki hep tutardı Ankara’da, 80’lerde- bir karton parçasıyla kaldırımdan aşağı
uçardık. Belimize kadar yutardı bizi kar bahçede. Ezu ‘İmdaat, kurtarın beni!’ diyen dağda mahsur kalmış çocuğu, öbürü de canı pahasına onu çekip çıkaran kurtarıcıyı oynardı! Eve girdiğimde bütün bedenimin kardan kıpkırmızı yandığını, fanilamın, çorabımın içinden kar topçuklarını temizlediğimizi hatırlıyorum. Annem şimdi torunlarına yaptığı gibi ‘Ah çok üşümüş bu, hasta olacak!’ diye feryat etmezdi o zamanlar!

Garaj çatısından sarkan dev buzları koparır, yalardık; kılıç gibi vururduk onları birbirine, çat çut...  Hüloşu'nunki mi önce kırılacak, benimki mi?... Arka bahçenin buz tutan araba parkında kaymak kesmezse, babam bizi Kurtuluş Parkı’nda buz pateni yapmaya götürürdü Peto'yla. Ne o pist, ne de paten yapmak bir lükstü; şehrin göbeğinde tüm çocukları buluşturan tıklım tıklım buz sahasında, cızır cızır paten sesleri içinde, ne heyecanlanırdım Allah'ım.

Atatürk Orman Çiftliği’nin dev papağanları; Kuğulu Park’ın kuğuları; Botanik Parkı balıkları; ayrıca civcivlerim, kanaryalarım, mavi gözlü tavşanım, kıvırcık saçlı köpeğim hiç aklımdan çıkmıyorlar. Büyük bir şehrin ‘merkezi’ çocuğu olarak büyümeme rağmen, ‘dışarı’yla, arka bahçeyle, parklarla, hayvanlarla o kadar sıkı fıkıydım ki bu bile yetti doğayla bağ kurmama. 

‘Doğaya bir kere bağlanmışsanız, bu bağ hep canlı kalır. Doğa ömrümüzü aydınlatmayı, bizi kaldırmayı ve taşımayı sürdürür.'
                                                   Richard Louv

‘Özel’ olduğunu düşündüğüm çocukluğum, hep ‘dışarıda’ olduğumuzdandı. Benim çocuklarım gibi plastik oyun parkında bir saat oynayıp eve ve televizyona geri dönmek zorunda kalmıyorduk. Annem ‘dışarıyı’ bir tehlike olarak görmüyor, güneş batana kadar eve girmemizi beklemiyordu. Başkentliydik, ama serbest gezinen köy tavukları gibiydik; caddede oturuyor ama bahçede yaşıyorduk. Hem özgürdük hem de güvendeydik.

Bir gün büyüdüm.

İstanbul’a taşındım, evlendim, Can ve Ayşe’nin annesi oldum. Onlar hayatta değilken, hatta beşikteyken her şey rayına binmiş gidiyordu; şehir hayatının bir memuru olarak, hesabıma düşen asgari bir ağaç, bir deniz manzarası ile kıt kanaat geçiniyor, şikayet ettiğim şeyleri sineye çekmeye alışık, bununla barışık, yuvarlanıp gidiyordum. Ağaç yerine paspası tırnaklamayı kanıksamış tekirime benzemiştim. Kapının açık olduğunu farketmiyordum- ki zaten farketsem de, korktuğumdan, dışarı kaçmak aklımın ucundan bile geçmiyordu.

AyşeCan ne zaman ki ayağa kalktı ve doğanın kucağına atladı, ne zaman ki onları bu kucaktan koparıp eve sokar oldum ve evde geçirdiğimiz saatler gittikçe artar oldu, rüyama armut ağacım girmeye başladı... Kesmişler garibimi, Doşu'yla oyun evimizi... Bize tohumlarını bırakmış hatıra mektubu gibi. Tüm bahçe beton olmuş, her yer tellerle çitlenmiş, arabayla araba, evle sokak, doğayla insan arasındaki tüm sınırlar bileylenmiş... Belki de rüya ve gerçeğin sınırları buğulandı bende, belki bunlar gerçekten oldu; emin değilim. Emin olduğum tek şey buralardan gitme vaktimin yaklaştığıydı.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder