Yaşadığımız
apartmanlar çocuklarla seyrettiğimiz bir macera dizisinin bölümleri gibi. Aramızda
olay örgülerinden bahsederken isimlerini birer film seti gibi kullanırız: ‘Hatırlıyor
musun İdil İrem’i, kocaman tırtıllar basmıştı!’, ‘Önal’daki son yılbaşında Ayşe niye
ağlamıştı?’, ‘Güneysu’nun mutfak bölmesine nasıl saklanırdınız!’… Aslında ‘apartman’,
kokusuyla, konumuyla, güneşe selam duruşuyla, duvarlar arasında geçen olayları
betondan derisine emişiyle sessiz bir organizma sanki! Bir kişiliği, bir zekâsı
var; sevildiğini veya sevilmediğini algılayıp buna karşılık veriyor bitkiler
gibi… Biz çok şanslıyız. Evlerimiz bizi sevdi, biz de onların her birini zaman
kapsülünde resimlerle, bestelerle dondurduk. Şükür şükür üstüne…
Dizinin ilk bölümünün çekildiği ev, Güneysu Apartmanı. Benim için Milat’tan sonraki ilk yıllar. Cemreler düşüyor peş peşe, mizaçları baş veriyor, benlikleri filizleniyor… Ben biraz daha rahatlamışım sanki. ‘Bilir kişi’ havasında olmasam da kitapların yalancısı olmak üst düzey yetkili gibi hissettiriyor az çok. Doğru bildiğim şekilde büyütüyorum çocukları. Kanımda kendi baba ve annemin doğruları, kendiminkilerle esnetip onları, Yuri’ninkilerle de ortalamasını alarak bir yol tutturmuşum en doğalından… Keyfime diyecek yok. Anne miyim, çocuk mu belli bile değil!
Tamer dayım gülüyor halime; ‘Bu ne sabır bılıbılı*!?’ diyor havaya kuru fasulyeleri fırlatıp kahkahalar atan ikizlere sinirlenmeyip tersine oyunlarına katıldığım için… Nasıl sinirleneyim, çok bekledim ben onları, beyaz gökkuşağını bekler gibi… Ama sinirlenmemek için bir harekât planım vardı: fit olmak! O minicik, bir somun ekmek boyunda ve gramajında bebeciği kucağınızda bir saat tutmaya kalkarsanız iki külçe altına dönüşüyor! Kollarınız zayıfsa, sırtınız, karın ve bacak kaslarınız zayıfsa çabuk yoruluyorsunuz. Çabuk yorulmak asabiyet demek, sabrın kısa devre yapması demek. İstemeyiz bunu! İstemeyin bunu! Yolda yürürken bir su birikintisine özellikle girip ayakkabılarını ıslatmış ve o birikintide akşamı etmeye karar vermiş bir çocuğa gösterdiğiniz tepki, ağrılarınız ve yorgunluğunuzla doğru orantıdadır! Yorgun, bitkin anne ‘Hadi oğlum, n’apıyosun ya, battı üstün başın, yürü!’ deyip çocuğu ağlatarak sürüklerken, enerjik anne ‘Ay seni yerim çok mu hoşuna gitti bu minnok su birikintisi? Hadi beraber oynayalım, evde temizleniriz!’ der. O yüzden formda olmak lazım!
'Beraber ve solo' spor yapın! Öyle iyi
hissediyor ki insan! İyi hissetmek, onların enerjisine denk olmak lazım ki
hayatımız onların muzurluklarını sakince izleyip gülümseyebilmekle geçsin;
sürekli durdurarak, keşfinden alıkoyarak, doğadayken aldığı kocaman keyifleri
kısa keserek değil. (Ben bunu bebeklikten çocukluğa geçerlerken çok iyi
becerdim, ama çocukluktan ergenliğe geçerlerken sporu hayatımdan uzaylılar
çekip aldı sanki; ne yürüyüş, ne bisiklet, ne yoga, ne yüzme yaptım ve böylece ‘YAA!’
dönemim başladı, açılımı: ‘Yorgunluk, Ağrılar, Asabiyet!’)
Güneysu
bize doğaya, doğala giriş dersliği gibiydi. Balkonunda, pencere önünde büyüttüğümüz,
yediğimiz ve doğumunu, ergenliğini tecrübe ettiğimiz sebze, ot, çiçekler say
say bitmez. 1-2 yaşlarından itibaren tohuma, toprağa değdi elleri Can’ın; gözünün
önünde büyüyen ayçiçeğinin ortasından çekirdek çıkarmaya çalıştı Ayşe. Bunu
sağlayabildiğim için kendime bol bol ‘sticker’ verdim vallahi! (Hayatıma girmiş minik öğrencilerimin hepsine
dağıttığım motivasyon sticker’ları ile bir kırtasiye açılırdı! Arada insanın
kendini de unutmaması lazım!)
Bitkiler, toprak, taş, kum, su ile saatlerce oynayabiliyordu AyşeCan (İki kelime arasında bilerek ‘ve’ yok. ‘AyşeCan’ benim çocuklara seslenme biçimim oldu zaman içinde… Tek isim gibi, AyşeCan! Öyle ki bununla ilgili komik bir anım da oldu, ama onu ‘İdil İrem Apartmanı’nda anlatacağım.) Daha önce doğurmadıysan, bu tip gözlemler yavaş yavaş demleniyor sende. Onlar nasıl ‘A aa bu ne? Yumuşak bir şey, adı neymiş? Kummuş! Süper ya!’ gibi bir iç ses yaşıyorlarsa, sen de ‘A aa, amma da büyülenmiş gibi oynuyorlar kumla, hiçbir oyuncakla bu kadar büyük aşk yaşamadılar!’ diye geçiriyorsun içinden ve işte yavaş yavaş çocuğunu büyütme kitapçığını yazıyorsun, el yordamıyla, el yazmasıyla…
İkisinin de plastik bir oyuncağa nazaran doğal
maddelerden daha çok zevk aldığını anladıktan sonra
balkonu bir laboratuvara çevirdim. Sokakta bulduğumuz uzun bir
ahşap parçayı eve taşıyıp bebikler için bir çalışma (!) masası yaptık. O
masanın altını üstünü hınca hınç doldurdum. Taşlar, midyeler, kozalaklar, kısa
ve kör çubuklar, boy boy kap, kova kova kum, toprak, su, makarna süzgeci,
fırça, çırpıcı, tahta kaşık, kepçe; sahilde, ormanda ya da mutfakta
(yenemeyecek ve tehlikesiz) ne bulduysam.
Bu balkon çocukların ilk bahçeleri,
benim de en topraklandığım, zevkten çıldırdığım mekândı. Onları kirlenirken,
keşfederken, kendilerinden geçerken, bir icat üstünde çalışan bilim adamı
ciddiyetiyle suyla toprağı çamura çevirirken seyretmeye bayılıyordum. Bu balkon
benim (henüz gerçekleşmeyen ama muhteşem) fikirlerimin doğum evi oldu! Bebeğin,
çocuğun, yetişkinin, bitkilerle çevrili bir mekânda, doğal şeylerle haşır neşir
olmasının duyulara pamuk şeker gibi gelmesi, sonradan yazacağım masallara,
bestelere, projelere konu oldu.
‘Güneysu’da
çıplak ayakla kar yürüyüşü yapmıştık!’. Gerçekten, Yuri çorap ve ayakkabıları
çıkarıp bahçede bir tur atmıştı çocuklarla kar üstünde. ‘Sizi tanımıyorum!’
diye perde arkasına saklanmıştım utandığımı şakayla kamufle ederek. Yuri’nin bir
Ukrayna’lı olarak alışkanlıkları, gelenekleri, genel sağlığa ve bağışıklık
sistemine olan bakış açısı beni ilk zamanlarda şaşırtsa da zamanla bunlara
alıştım ve hatta onları benimsedim. İskandinavların eğitim sistemini inceliyordum
üniversite yıllarımda, o zaman duymuştun ilk defa Orman Okulları’nı, çocuklar
için soğuğun ve dışarıda oynamanın ne kadar sağlıklı olduğunu ve tüm bu yeni
bilgileri gıptayla hafızama raptiyelemiştim. Yuri’den öğrendiğim şeylerle, bu
okuduklarım birbiriyle eşleşti, ve bir ‘yeni yetme’ anneye göre gayet cesur
büyüttüm ikizlerimi, kafayı ‘düşmek, üşümek, hastalanmak, mikrop kapmak’la
bozmamaya çalışarak.…
‘Sallasak da mı uyutsak, sallamasak da mı uyutsak?' diye sorguladık bebeklerken. Büyüdüler, 'Ayırsak da mı uyutsak ayırmasak da mı uyutsak?' oldu sorunsal. Dikkat dağıtma sanatında ustalaştık, sihirbazlık yaptık, şükürbazlık yaptık, Adın ‘ebeveyn’e çıkınca omuz başına düşen ağırlığın iki katına çıktığını hissedip panikledik ve ‘Mükemmel!’ diye bir şey yok diye avuttuk kendimizi; hatalarımızı ‘kime göre hata, neye göre hata?’ diye felsefeye bandırdık. 'Güvenli ev, sağlam kafa' prensibiyle tüm evi kendini öldüremeyeceğin şekilde yapılandırdık. (Ona rağmen ilk iki yıla üç kaş dikişi, iki dil yarığı, bir bilek çatlağı sığdırdık! Can’ın bu yeteneğine özel bir bölüm atfetmem gerekiyor.)
Velhasıl
günlerimiz dolu dolu geçti, iyi geçti Güneysu’da… Büyüttük AyşeCan’ı analı
babalı, anneanneli, teyzeli, Gül’lü (**), misler gibi… Kafayı
‘düşmek, üşümek, hastalanmak, mikrop kapmak’la bozmamaya çalışan, cesur bir
duruşum vardı. Çok az ‘koşma!’ diye bağırmışımdır, ya da ‘düşersin!’ diye
şartlamışımdır onları. Yeni yetme bir anneye göre hiç fena sayılmazdım.
Kötü günlerimiz olmadı
mı? Olmaz mı? Hatta çok kötüler de oldu… O günlerde Hakan Mengüç’ün ‘İyi Beni
Bulur’ defterine ihtiyacım varmış ama 8-9 yıl kadar ıskaladım
ben onu. ‘İyi ya da kötü yoktur, olan vardır sadece; olana göre akışa düşmek
vardır.’ cümlesini mesela, iyi gelirdi duymak o zamanlarda. Ama içi ancak doldu
nazarımda, biraz ileriyi görünce… Yaşadıklarımı ‘iyi’, ‘kötü’ diye ayırmadan, ‘olan’, ‘biten’ şeklinde adlandırıyor, dizi filmin her bölümünü şükranla kucaklıyor, yenilerini çekmeyi iple çekiyorum artık!
**Gülden bahset. Resimler unutma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder