22 Kasım 2024 Cuma

4. Doğum

Dünyanın en sıradan ve aynı zamanda en olağanüstü fenomeni değil mi doğurmak? Isıyla, yemekle, suyla, sevgiyle kundaklandığı kozadan çıkıyor ufaklık ve deneyimler atlasında kütlesi kadar ufak bir ‘start’ alıyor. Adım, adım üstüne, doğru-yanlış peş peşe, kimi zaman mum, kimi zaman Güneş ışığıyla, yolunu arayıp duruyor. Ayşe ve Can’a anne olabilmek, yaşayıp yaşayabileceğim en olağanüstü deneyim. ‘Finish’im ne zaman kim bilir ama yol’um onlarla devam ettiği için şükür şükür üstüne…

Herkesin çocuğu kendine ‘Güneş’. Ben de iki Güneş’li bir anneyim. İliklerime kadar nasıl ısındığımı anlatacağım bir kış günü ve onu takip eden her bir gün. Ama önce… Bir kadeh şarap var şu an yazı masamda, Sedir ağacından bir tütsü tutturmuşum, Spotify da bulmuş damar yolumu… Tam sırası şimdi ‘Tanrı’dan girmenin, ‘Kader’e sapmanın, kör göze çomak-görmeyip, çiğnediğim ‘Karma’ tabelasından doğruca ‘Mâzi’ meydanına çıkmanın ve oracıkta kocaman bir ‘Kümülüs’ olup tonlarca yağmanın… Kimin üzerine? Hiç istemeden üzdüğüm sevdiklerimin, hayal kırıklığına uğrattıklarımın, bilmeden hayatlarını zorlaştırdığım, bilerek ama engel olamayarak kalplerini kırdıklarımın… Her bir damlam gecikmiş bir özür, ne olur kabul edin, kuru bahçeler kaldıysa içinizde, yağmuru misafir edin…

Halaylar çekerek, vals’ler yaparak girdim doğuma. Çılgın kuzenlerim Sibel ve Petek, annem, yeğenim ve Yuri sağ olsun, hayatımın en eğlenceli ameliyat öncesiydi. Ailemde Roman'lık olmasa da, hep beraberken esprileri saça patlata; şarkılarla, danslarla, olumlu düşünce frekansında volümü kökleye kökleye bir coşma hali yaşanması kaçınılmazdır. 20 Aralık 2011 sabahı da öyle oldu.

Gülmekten ağzım ağrırken, ameliyathaneye alındım, 10’dan 1’e doğru geri sayarken bir başka evrene girmişim. Uyandığımda herkesin adı değişmişti. Bana ‘anne’, Yuri’ye ‘baba’, anneme ‘anneanne’, ablama ‘teyze’, yeğenime ‘kuzen’ filan deniyordu. Canım çok yanıyordu, donuyordum, her yerim sızlıyordu, kafam Leyla’ydı ama göğsüme minnacık bir insan konduğunda ağlayacak kadar da derin alemlerdeydim.

Önce Ayşe’mle tanıştık, koklaştık, kalbimin üstünde kalbi attı, sütümün tadına baktı… Can’la da tanışmayı beklerken dediler ki ‘Oğlan su yuttu, bir süre küvezde kalacak.’ Çok içerledim, düştüm, eridim… Ama kısa bir zaman için onun da minik vücudunu göğsümün sıcağına koydular, onun da minik kalbi, kalbimin gümbürtüsünü duydu… Sarıldık, koklaştık… Yukarı gitti sonra apar topar, daha iyi nefes alabileceği bir kutuya kondu. Minik beyaz kirpikli oğluşdan ayrılmak hiç hoşuma gitmedi. Peri kızı Ayşe’yle beraber kollarımın iki yanında, kış güneşi pencereden dalana kadar sıkı fıkı uyuyacağımızı hayal etmiştim gece boyu.

Emin ellerde olduğuna eminsen, ki ben doktorum Aykut Coşkun’a ve ekibine çok güveniyordum, gerisi sadece sabırla, içini ferah tutarak beklemeye kalmıştı. 9 ay bekledim, 3-4 günün lafı mı olurdu? Ama oluyormuş, bir kere kavuşunca, 3 günlük ayrılık bile 3 yıla uzuyormuş. Can’ı hastanede bırakıp Ayşe’mi tek başına eve getirmek hiç olmadı! Duygusallığı abartmış bir filmin başrolünü kaptım hemen: ‘Terk etmiş
gibi oldu şimdi onu!’ ‘Ya öyle sanırsa gerçekten?’ ‘Kesin bir travması olacak ilerde!' gibi türlü repliklerle sıkı oynadım bu filmi.


Ama şimdi düşünüyorum da Ayşe’yle resmen staj yapmışım evde! Onun o sakin, yatağa koydun mu uyuyan, uyanınca ağlamak yerine etrafı inceleyen, ‘acemi anne’yi rahatlatan halleri sayesinde hazırlık yapmışım ikiz bakımına! Benim kızım hiç kitaplarda okuduğum şeyleri yapmıyor, ya da onlara ihtiyaç duymuyordu; örneğin emzik… Emziklerin hepsini fırlatıp attı. Kucağa alınmak, sıkı sıkı sarmalanmak, sallanmak, ayakta gezerek uyutmak filan, hiç onluk bir şey değildi. Yani yapsan itiraz etmiyordu ama yapmasan da fark etmiyordu; sütünü de iştahla içiyor, gazı çıkınca melek gibi uyuyordu. (Ah nasıl öpesim geldi doya doya, yumula yumula mis kokulu gıdığına... Şimdi bir yanağından öpmeye kalk, ya ‘dur küpem acıtıyor’. Ya ‘ruj lekesi yapma!’, ya ‘uyandırma!’ diyor âsi melek!)


Can’ın sütünü epey bir hastaneye taşıdıktan sonra, sonunda onu da kaptık geldik kardeşinin yanına. ‘Bu yaşadığınız en büyük ayrılık olsun!’ dedik, ‘Amin!’ dedik, derin bir nefes aldık. Her şey yolunda gittiği için, sağlıkları yerinde olduğu için sabaha kadar en ulvi, en ruhani iç sesimle dualar ettim… Bundan sonraki parkurlar için de yetkililerden ‘süper güç’ diledim!

 Bundan sonraki parkurun açılış kokteyli, müzikle oldu. Canım müzik, can müzik! Babamdan, annemden yadigâr sihirli bir lamba gibi hayatımın her anında parlarsın! Melankoliksem ovalarım, minörlerin beni büyüler, şiirler yazdırır. Sevinçten içim kaynıyorsa ruhum sörf yapar dev dalgalarınla. Bak şimdi de sakin bir liste dinliyorum Spotify’da. Neredeyse ‘İkizlerden bahsediyorum, ona göre bir            şey çal!’ diyeceğim, çalacak; o kadar akıllandı sistem! Hamilelik sırasında bu                    imkân olmadığı için aylarca şarkı seçtim, derledim, topladım, CD’lerden                        kopyaladım, kasetlerden çevirdim, İnternetten her dilden, her ritimden, her türden,            babamın, ablamın, benim sesimden ve dünyanın tüm şarkıcılarının nefesinden                şarkılar indirdim. Ve artık bu hazineyi bir sunak gibi sunma vakti gelmişti,                        heyecandan ölüyordum!


Mp3 çalardan, CD çalardan ve bilgisayardan çaldığım o melodiler gün ve gece boyu evin duvarlarını gezdi! Babaları da sık sık pusetlerini, piyanonun yanına çekip doğaçlamalarını, cazlarını çalıyor, geceleri de gitarla halk türkülerini, ninnilerini söylüyordu. Ablam yemek yedirirken şarkı söylüyorsa ben de gazlarını çıkarırken devam ediyordum. Diyebilirim ki müzik bizim ruhumuzun ‘deyim’ olarak değil ‘resmî’ olarak gıdasıydı; süt kadar emeği geçmiştir onları büyütmekte!

Canlarım müzikle doğdular, müziğin ve sevginin içine doğdular ve orada da büyümeye devam ediyorlar. Bu gecenin şükür duası da buna gelsin annesi.


 

 

 

 

 

































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder