14 Ocak 2025 Salı

10. Doğadaki Son Çocuk

İçimdeki iki minik kara beneği ultrasonda gördüğüm günden beri, 13 yıldır yazıyorum bu kitabı. Resimler, günlükler vasıtasıyla geçmişe yolculuk yapa çıka günümle olan bağlantıları örüyorum; görüşüm berraklaşıyor. Hayatın anlamı, amacı gibi bulmacaların sanki cevap anahtarı elime geçmiş de yaşamış olduğum şeylerin nedenini, niçinini çözüyorum; çözdükçe pamuk okşar gibi hissediyorum. İçimden fısıldayan seslerin, önüme çıkan yolların, beni nazikçe ittiren rüzgârların ne demek istediği, bunları takip ettiğim için nereye vardığım, nilüfer gibi açılıyor gözümün önünde.   


‘Doğadaki Son Çocuk’ diye bir kitap geçti elime 2013’de. Beni tatlı tatlı dürten ‘doğayla bağlanma’ fikirleri hep onun başının altından çıktı!  Elimden düşüremiyordum onu, her satırın altını çiziyor, çocukları daha bir doğada, daha bir doğal nasıl büyütebilirim diye notlar alıyordum günlüğüme. O kadar çok not alıyordum ki bir gün kendi kendime dedim ki ‘Senin yaptığın, kitaptan alıntılar yapmak değil, kitabı baştan aşağı el yazması şeklinde kopyalamak!’ Ama gerçekten, biri sanki benim düşüncelerimi, anlatamadığım ama hissettiğim şeyleri almış ve Richard Louv diye başka bir yazarın ismiyle basmıştı!

Richard Louv Amerikalı bir gazeteci ve yazar. Çocukları, aileleri ve toplulukları doğaya bağlamak için adı ‘Children and Nature Network’ (Çocuklar ve Tabiat Ağı) olan uluslararası bir hareketin başlatılmasına ön ayak oldu. ‘Doğa yoksunluğu sendromu’ ifadesini kavramsallaştırdı. ‘Doğadaki Son Çocuk’ta Doğadaki çocuğu ‘soyu tehlike altında olan bir tür’ olarak betimliyor, ‘Çocukların sağlığı ile Yeryüzü’nün sağlığı birbirine sıkı sıkıya bağlıdır’ diyor… Bu kitabı edinmenizi sevgiyle tavsiye ederim. İsterseniz yazarın 2023’de TEMA ile yaptığı söyleşiyi okuyun; https://minik-yavrutema.org adresine girip, ‘ara’ kutusuna Richard Louve yazarak ulaşabilirsiniz söyleşiye.

Bize dönersek, sürekli birileri 'dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu'ndan bahsediyordu etrafımda, Can'ı bu cümlenin öznesi yapıyorlardı. Elbette her (doğuştan) evhamlı anne gibi onu psikologlara götürdüm, oyun terapisiyle ve başka yollarla testler, gözlemler yaptılar. Yuri buna gerek olmadığını söylüyordu, ama ‘sadece ne dediklerini duymak istiyorum’ diyerek en az 3 farklı psikoloğa gittim. Sonuçta bu DEHB kelimesi bir gıda ambalajının içerik etiketi gibi oğlumun üstüne yapıştı kaldı. Diyordum ki kendi kendime, ‘Çocuğun kalbinde, ciğerinde bir sorun yok, hormonlarıyla ilgili bir durumdan dolayı varsın dikkati dağınık olsun, bu aynı sarı saçla, maviş gözle doğması gibi bir şey, bu dağınıklık onu o yapan bir özellik… Bununla savaşmak ve onu yok etmek değil, onunla yaşamayı öğrenmek ve bundan keyif almak lazım.’ (Benim sözlerim ve düşüncelerim bizi bağlar, lütfen etki altında kalmayın, bir iddiada bulunmak ya da sizi ikna etmek için argümanlar sıralamak değil niyetim; hayat yolundaki her seçimimiz bizi şu an olduğumuz noktaya getirdi; sadece o yolculuğu anlatmak için yazıyorum bunları) 

Psikoloğun birisi bize ilaç yazmak için o kadar dil dökmüştü ki o günü hiç unutmuyorum; masasındaki pirinç kartvizitlik bile hatırımda. ‘Hanımefendi siz şimdi ilaçsız, davranış terapisiyle halledelim bu durumu diyorsunuz da bu çocuk ergenliğe girerken çok büyük problemler yaşayacak, arkadaşları tarafından dışlanacak, dışlandıkça suç işlemeye meyilli kişilerle takılacak, derken istemeden suça karışacak ve hatta bu durum gençliğinde ciddi kriminal vakalara hatta intihara kadar gidebilir!’… Gözlerim kocaman açılmış ben, bir ejderhaya dönüşüp kadıncağızı alevlerimle eritip odasından çıktım ve gümbür gümbür kanat sesimle yaşadığım dağlara geri uçtum; bir daha da bu şehire inersem bana ejderha demesinler dedim!

Ben bu kitap sayesinde Can'ı (ve tabi Ayşem’i de) doktorlardan çok parka, ormana, kumsala, kırsala götürmeye ikna oldum. Yuri de ilaçlara inanmadığından ortak bir kararla Can’a DEHB’ye iyi geldiği söylenen hiç bir ilacı vermedik. ‘Tıp’ biliminin inci kolyeler gibi sıraladığı koşul cümlelerinden soğumaya başladığım zamanlardır bu zamanlar. Elbette her hastalığı kendi başına, doğa nimetleriyle halledebilen bir şaman gibi yaşayamıyorum, doktora gidiyorum, (az da olsa) ilaç içiyorum, onlara şükranlarımı da sunuyorum; ama ‘Bunu içmezsen şu olur, şunu yapmazsan bu olmaz…’ koşullanmalarını da bir ıstakoz kıskacı gibi görüyorum.



Ayşe ve Can şu an, 24 Ocak 2025 tarihinde yetenekli, iyi kalpli, gözleri pırıl pırıl parlayan, hayalleri olan biricik iki genç. Denize yakın, sakin, yeşil bir kasabada yaşıyoruz; evet denize pek girmiyorlar, ekran oyunlarını doğada yürüyüş yapmaya yeğliyorlar, ama çağın en büyük salgını olan teknoloji ile sıradan bir ‘aldım-verdim’ seremonisi bu. Her şey yolunu, dengesini bulacak. İlaç vermediğimiz için Can dışlanıp bir suç makinasına dönüşmedi, bunalımda ve çete mensubu biri de olup çıkmadı!  Top oynamayı seven arkadaşlarıyla pek ortak bir taban yakalayamıyor ve okulu sevmediği için ders de çalışmıyor ama özgür, sorgulayan ve müzisyen ruhu, bir gün kendi sebebini, amacını bulacak. Hiçbir şeyin tek yolu yok şu güzelim hayatta.

Ne diyordum, ‘Doğadaki Son Çocuk’, beni sorgulattı, şöyle bir çalkaladı, sonra yatıştırdı; doğanın AyşeCan’ı yatıştırdığı gibi. Permakültürle tanışmam, onun eğitimini almam, ‘sürdürülebilir’ yaşamak isteğiyle kanat çırpmam, bunu kelebek etkisi ile anaokulu çocuklarına bulaştırmam, ve kırsala taşınmamız; yani beni bugüne taşıyan her durak, onun açtığı papatyalı, yoncalı, yemyeşil bir yolda belirdi. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder