17 Aralık 2024 Salı

9. Mutlu Çocukluğum


Bir armut ağacım vardı. Arka bahçeye bakan yatak odamın penceresinden, üstünde kat kat istiflenen karı, sonra yeşillenip neşeli çiçekler doğuruşunu seyretmeye bayılırdım. Dallarında yaşayan kumru ve serçelerin sesi dersime, uykuma karışırdı. Minicik armutlarına göre kocaman bir cüssesi olan (ya da bana öyle gelen) bu ağaç, arka bahçemin masalsı ana kahramanıydı. Ben ve iki-üç canciğerim, bu masalın içinde, onun üstünde, altında, civarında, çok mutlu ve ‘özel’ bir çocukluk geçirdik..

Derya (Doşu) benden daha cesur ve kedi gibiydi; bir saniyede en yüksek dallara tırmanır kopardığı armutları aşağıda branda gibi gerdiğim t-shirtüme atardı. Oturur duvar üstüne, armutları üstümüze sıvazlayıp yerdik. Yere düşen yaprakları toplayıp, desteleyip, evcilik için para yapardık (şimdiki gibi gerçek hayatın bire bir kopyası, evcilik gereçleri yoktu; iyi ki...).

Hep dışarıdaydık... Dışarıya bayılıyordum. Top oynamak, ip atlamak, duvardan atlamak, duvara çıkmak, garajın kenarındaki demirlere tırmanmak, tırmanılacak herhangi bir şey bulmak, arkadaki apartmanın tehlikeli (!) toprak yamacından alt mahallelere inmek, macuncunun yolunu gözlemek,  yağmur bastırdığında saçaklar altına oturup bir şeyler yemek çok ama çok keyifliydi..

Ön bahçede beyazlı pembeli çiçekleri olan bir çalı vardı. Minicik, damlacık gibi keseleri vardı çiçeklerinin. Onları ağzımıza alıp, patlatıp balını emerdik. Bunu ilk kim keşfetti bilmiyorum, ama hayatımız keşifti zaten... Her kuytu, her bahçe, köşe-bucak, gizemi çözülmesi gereken
esrarengiz bir görev, biz de birer kaşif, belgeselci, dedektiftik...

Kar tutunca -ki hep tutardı Ankara’da, 80’lerde- bir karton parçasıyla kaldırımdan aşağı
uçardık. Belimize kadar yutardı bizi kar bahçede. Ezu ‘İmdaat, kurtarın beni!’ diyen dağda mahsur kalmış çocuğu, öbürü de canı pahasına onu çekip çıkaran kurtarıcıyı oynardı! Eve girdiğimde bütün bedenimin kardan kıpkırmızı yandığını, fanilamın, çorabımın içinden kar topçuklarını temizlediğimizi hatırlıyorum. Annem şimdi torunlarına yaptığı gibi ‘Ah çok üşümüş bu, hasta olacak!’ diye feryat etmezdi o zamanlar!

Garaj çatısından sarkan dev buzları koparır, yalardık; kılıç gibi vururduk onları birbirine, çat çut...  Hüloşu'nunki mi önce kırılacak, benimki mi?... Arka bahçenin buz tutan araba parkında kaymak kesmezse, babam bizi Kurtuluş Parkı’nda buz pateni yapmaya götürürdü Peto'yla. Ne o pist, ne de paten yapmak bir lükstü; şehrin göbeğinde tüm çocukları buluşturan tıklım tıklım buz sahasında, cızır cızır paten sesleri içinde, ne heyecanlanırdım Allah'ım.

Atatürk Orman Çiftliği’nin dev papağanları; Kuğulu Park’ın kuğuları; Botanik Parkı balıkları; ayrıca civcivlerim, kanaryalarım, mavi gözlü tavşanım, kıvırcık saçlı köpeğim hiç aklımdan çıkmıyorlar. Büyük bir şehrin ‘merkezi’ çocuğu olarak büyümeme rağmen, ‘dışarı’yla, arka bahçeyle, parklarla, hayvanlarla o kadar sıkı fıkıydım ki bu bile yetti doğayla bağ kurmama. 

‘Doğaya bir kere bağlanmışsanız, bu bağ hep canlı kalır. Doğa ömrümüzü aydınlatmayı, bizi kaldırmayı ve taşımayı sürdürür.'
                                                   Richard Louv

‘Özel’ olduğunu düşündüğüm çocukluğum, hep ‘dışarıda’ olduğumuzdandı. Benim çocuklarım gibi plastik oyun parkında bir saat oynayıp eve ve televizyona geri dönmek zorunda kalmıyorduk. Annem ‘dışarıyı’ bir tehlike olarak görmüyor, güneş batana kadar eve girmemizi beklemiyordu. Başkentliydik, ama serbest gezinen köy tavukları gibiydik; caddede oturuyor ama bahçede yaşıyorduk. Hem özgürdük hem de güvendeydik.

Bir gün büyüdüm.

İstanbul’a taşındım, evlendim, Can ve Ayşe’nin annesi oldum. Onlar hayatta değilken, hatta beşikteyken her şey rayına binmiş gidiyordu; şehir hayatının bir memuru olarak, hesabıma düşen asgari bir ağaç, bir deniz manzarası ile kıt kanaat geçiniyor, şikayet ettiğim şeyleri sineye çekmeye alışık, bununla barışık, yuvarlanıp gidiyordum. Ağaç yerine paspası tırnaklamayı kanıksamış tekirime benzemiştim. Kapının açık olduğunu farketmiyordum- ki zaten farketsem de, korktuğumdan, dışarı kaçmak aklımın ucundan bile geçmiyordu.

AyşeCan ne zaman ki ayağa kalktı ve doğanın kucağına atladı, ne zaman ki onları bu kucaktan koparıp eve sokar oldum ve evde geçirdiğimiz saatler gittikçe artar oldu, rüyama armut ağacım girmeye başladı... Kesmişler garibimi, Doşu'yla oyun evimizi... Bize tohumlarını bırakmış hatıra mektubu gibi. Tüm bahçe beton olmuş, her yer tellerle çitlenmiş, arabayla araba, evle sokak, doğayla insan arasındaki tüm sınırlar bileylenmiş... Belki de rüya ve gerçeğin sınırları buğulandı bende, belki bunlar gerçekten oldu; emin değilim. Emin olduğum tek şey buralardan gitme vaktimin yaklaştığıydı.



11 Aralık 2024 Çarşamba

8. İkizleri Gezdirirken Aldığım İlginç Yorumlar



Ülkemizde sarışın ikiz doğurmak ve onlarla sokakta gezmek, insanımızın cana yakınlığını, nüktedanlığını, meraklılığını, bâtıllığını, dışavurumculuğunu, ve de mantık yürütmek konusunda rakipsiz olduğunu ortaya koyar. Aşağıdaki listeye belki yüzlercesi daha eklenebilirdi ama 'bir not edeyim şunları, ileride güleriz' fikri geldiği günden itibaren yazdıklarım ancak kayda geçebildi. Buyurun absürt yorumlar sofrasına!...


1. 'Avradına yandığımın oğlusu!'
2. 'Saçları boya mı?' (Can için)
3. 'Nazar değecek, yüzünü örtün şapkayla!'
4. 'Abovvv!'
5. 'Alman mı bunlar?'
6. 'Ablası mısınız?' (En sevdiğim yorum!)
7. 'Tüp bebek mi, normal mi?' 
8. 'Sezaryen mi normal mi oldular?' (Yuh!)
9. 'Sarışın olan kız olsaydı keşke!' 'Ah kız olsaymışsın sen!' 
10. 'Neyle besliyorsunuz bunları?'
11. 'Buna daha çok sevgi gösterin!' (Neden!?) 'İyi beslememişsiniz belli ki; öbürüne daha çok ilgi göstermişsiniz!' (Tövbe tövbee!)
12. 'Reklam ajansına verdiniz mi? Sarışına çok talep var'
13. 'Anaam, hiç böyle çaparlık yakışıyor mu erkek adama!' (Sarışınlık demekmiş)
14. 'Allah kolaylık versin!' (En makbule geçen dua!)
15. 'Anne, onun saçları neden beyaz?' (Bir çocuk, Can'ı görünce)
16. 'Ailede kim parmak emiyor?' (Suçlu öne çıksın!)
17. 'Ay ne şekerler, tüp bebek di mi?' (Şu varoluş biçiminin yiyip bitiren merakı!)
18. 'Saçları doğuştan mı?' (!? Hayır, başta siyahtı, 3 aylıkken sarıya boyattım)

19. 'Çıkar ağzından parmağını, çıkar!' (Ve çekip çıkarır!)
20. 'Ay inanmıyorum ya, aynı Halim!'
21. 'Eve gidince hemen poposunu kaşıyın bunun!'
22.' Nerede bunların nazar boncuğu?' (Şurada...) 'Hani nerede, göremedim?'
23. 'Babası sarışın galiba? (Evet, Ukraynalı) 'Haa, o yüzden böyle güzeller!' (Bizim genler fasulye sanki! Sinirlendiğimi belli ettiğim anlardan...)
24. İki Arap, bir sürü Arapça konuşup, sarı saçları çölde su bulmuş gibi sevip, okşayıp gittiler...
25. 'Pardon, bir iki dakika şunları izleyebilir miyim?'
26. 'Bunlar sizin mi? (Evet) 'E hiç benzemiyorlar!?' (Sherlock Hamiyet)
27. 'Ay bu ne çirkinlik!?' (Başka memlekette var mı bu 'tersini duy, düzünü anla' muhabbeti?)












 































9 Aralık 2024 Pazartesi

7. Doğadan İsimler

O kadar seviyorum ki doğayı, hamileliğim boyunca doğa ile ilintili olan isimleri biriktirdim. Kesin onlardan ikisini koyacağımızı düşünüyordum. Ama aile meclisine sunduğum öneriler ya 'çok zor, çok kısa, çok uzun'; ya da 'fazla çocuksu, köpek ismi gibi, türkücünün ismi gibi, masal kahramanı gibi' filan diye kabul görmedi. En sonunda klasiklerde ortak paydayı yakaladık! Can, 'Can' olmaktan memnun, ama Ayşe 12 yaşındayken 'İsmimi neden Ayşe koydunuz?' diye bir çıkıştı, şaşırdık. Dedik ki 'Sevgi içinde yaşayan insan' demekmiş; bunun sana çok yakışacağını düşündük'. Ne var ki, o daha modern bir isim istermiş. Freud çocuk büyütmekle ilgili bir muhabbet sırasında bir anneye demiş ki: 'Ne yaparsanız yapın yanlış olacak!'. Öyle isabetli bir saptama yapmış ki psikanalistimiz, onu anmadan geçen bir günümüz yok hâlâ!


İşte listem... Belki çok sevdiğiniz bir varlığı isimlendirmekte işinize yarar…

Ağaçlar       Çiçekler     Hayvanlar                                                Masalsı

Çınar          Yasemin     Kartal                   Lodos         Nisan          Peri
Selvi           Lâle            Doğan                 Tan             Mayıs         Destan
Defne          Menekşe    Baybars               Yağmur      Kaya           Şeker
Akasya       Tomurcuk   Pars                     Bulut          Kumsal       Masal
Ardıç          Yonca         Anka                    Rüzgâr        Nova          Boncuk
Ladin          Gonca        Ceylan                 Buse           Cemre
                   Fulya          Kumru                 Ada            Yıldırım
Renkler      Kardelen                                Çağıl           Doğa
                   Nilüfer        Tabiat                 Meltem       Derya
Elâ              Şebnem       Evren                 Poyraz        İlkyaz
Mavi           Çiğdem       Çavlan                Yıldız          Bahar
Beyaz         Yaprak         Bars                    Güney         Yaz
Pembe        Çiçek           Bersu                   Kuzey         Alev
                   Müge           Su                       Dolunay      Volga
Meyveler    Itır              Dora                     Tamay        Başak
                   Gül              Nehir                   Petek           Bal
Kiraz          Sümbül        Irmak                   Fidan          Okyanus
Çağla          Burçak        Deniz                   Damla         Mars
Badem        Leylak        Toprak                 Tuna           Venüs
                   Nergis         Ateş                     Ege             Atlas
                   Reyhan       Dal                       Evren          Pamir
                   Manolya     Uzay                    Hazan
                  Açelya         Orman                 Tayfun
                   Papatya       Güneş                  Tufan
                    İris             Volkan                 Eylül
                   Buket          Nil                       Ekim
                  


6 Aralık 2024 Cuma

6. Bağışıklık Sistemine 'Soğuk' Bir Yaklaşım

Bu kitabı yazmaya başladığım 2024'ün şu soğuk Aralık gecesinde yanıma gelip 'Bir yerde çukulata var mı anniş?' diye soran oğlumun üstündeki şort ve atleti görünce içim ürperiyor, ama aynı zamanda gülümsüyorum. 13 yıldır pek hastalanmamalarını, hastalansalar da çabuk iyileşmelerini, bağışıklık temellerinin sağlam atıldığına bağlayabilirim artık, fazlasıyla deney yaptık! Aşağıda okuyacağınız yazıyı 2012'de yazmışım; kendi ebeveynlik ve öğretmenlik yolculuğumdaki ilk uyanışları belgeleyen önemli bir doküman olduğunu düşünüyorum. Yazının altına iliştirmiş olduğum kaynaklardan artık çalışmayanları çıkardım, kalan üç bağlantı çalışıyor (8.12.2024); özellikle 'Treehugger' sitesi sürdürülebilirlikle, doğayla haşır neşir ebeveyn ve eğitmenlere pek çok fikir veriyor, tavsiye ederim. 

Bağışıklık Sistemine 'Soğuk' Bir Yaklaşım

Sonbaharın son pastırma güneşi de bulutların sofrasında eriyip gitti. İçimde bir sevinç lodosu, dışarı fırlattı beni; rüzgara açmalıyım yakamı, yağmura eğmeliyim yüzümü, çimlerin omuzunda taşınan kıtır yaprakları, göğün kasvet çalışmalarını, betondan ahşaba taşınan hayvanları; hepsinin ön izlemesini yapmalıyım kış gelmeden. Artık iki küçük can yoldaşım var; heyecan duyduğum şeyleri onlarla paylaşmak yeni yaşama sevinçlerimden; sanki sanal olarak ömrüm uzuyor tepkilerini izlerken. İşte rüzgar evin içinde kapılar çarpmaya başladığında ikizlerime ön sıradan dalgaları izletmek için kalbim çarptı. Can uyumuyordu, ilk onu kaptım kaçtım sahile.

  

Tam istediğim, hayal ettiğim şeyler oluyordu; Can'ın tenten perçemi     rüzgârın son baharıyla havalanıyor,   deniz kokusu emrivakiyle burnuna doluyor, tüm duyuları 'yeni bir şeyler' diye adlandırdığı ipuçlarını topluyordu... Derken bir amca uzaktan hararetle kendi başını tutarak: 'Üşür, üşür, şapka tak!' diye bağırdı. Gülümsedim. Derken bir teyze oturduğu banktan: 'Önünü ört, hasta olacak!' dedi. 'Olmaz!' dedim. Sonra bir başkasıyla 'Denizden doğru esiyor baya', ‘Bir şey olmaz eşofmanı var’ diye chat’leştik. Sonbaharı karşılama yürüyüşümüz boyunca çiseleyen bu müdahaleler yine beni gazoz gibi çalkaladı. 

Neden hep çalkalandığımı anlamıyorum; sonuçta bu toplumda arkadaşının annesi, bindiğin taksinin şoförü, girdiğin dükkandaki tezgahtar bile senin hayatına çat diye sarı kart gösterme hakkına sahiptir, buna alışığızdır. Ama ‘anne’ olunca tahammül çıtan rekor alçaklığa iniyormuş. Ben ikizlerimin dayanıklı olmasını istiyorum, biraz rüzgar yiyip soğuk su içtiklerinde, içlerine fanila giymediklerinde benim gibi hastalıkla boğuşmalarını istemiyorum. O yüzden doğduklarından beri-ki Aralık doğumlular- hafif giydiriyorum, fazla örtmüyorum, gereksiz çoraptan kaçınıyorum, soğuk denize ayaklarını sokuyorum, ve buna sistematik bir özen gösterdiğim için de ‘üşüyecek!’ ‘hasta olacak!’ ‘nazar değecek!’ gibi her köşeden fırlayan kehanetler beni bezdiriyor. Üstelik defans oyuncusu olmaktan da çıktım, ‘Bağışıklık Sistemi’nin bir misyoneri gibi, sıcak havada sarıp sarmalanmış bebekleri gördüğümde annelerine dil döküyorum. Ben de bezdiriyorum!

Sistem herkesin dilinde aslında; onu ayakta tutmak için gerekli gıdalar, vitaminler bir google’lamayla çıkıyor. Ama benim merak konum, sistemin kuzey yıldızlarından Rusya, Hollanda ve İskandinavya’nın çocuklarına uyguladıkları ‘üşümez’lik politikası. Bu merâkı fişekleyen üç şey oldu hayatımda; kar tutunca çocuklar gibi sevinip, bahçeye inen ve çıplak ayak yürüyen Ukraynalı bir adamla evli olmam; Şubat akşamında banyo yaptıktan sonra yatıp, sabah okula nemli saçla giden ve nasılsa zatürre olmayan (!) Hollandalı kuzenlerimi görmem; ve ‘uyku odası’nda değil de okulun bahçesinde uyuyan İsveçli anaokulu öğrencilerini duymam.

Bağışıklık sistemini güçlendirmek için kendine türlü türlü ‘soğuk’ şakalar yapan Yuri’nin bu sevdasını bir kaçıklık, hastalığı davet eden bir gereksizlik olarak görürdüm. Ankara’nın 80’lerindeki karlı bahçemize daima iki yün çorap üstüne kar çizmesi, kar tulumu, eldiven ve başlıklarla bir astronot gibi sağlam ayak basmış bir çocuk olarak, ayağımın çıplağını kara temas ettirmem mümkün değildi! Ama zamanla bunu denemek için kendimi zorladım. Hep sandığım şok edici soğuk hissinden ziyade ‘sıcak’ bile denebilecek bir yanmaydı duyduğum.  Zaten topu topu birkaç dakika yürünüyordu ve üşümeye fırsat vermeden çoraplar çekiliyordu. Yuri derdi ki ‘Amaç üşümek değil, kan dolaşımını hızlandırmak’.

Yuri kan dolaşımını, sıcak banyodan çıkmadan önce tam dümen soğuğu açarak da hızlandırmayı seviyordu. Duştan gelen şok seslerini duyunca ‘Bir insan vücuduna niye bu işkenceyi yapar, hele şu soğukta!?’  diyerek meraksız yaşlı bir kedi gibi kıvrılıp geçerdim banyonun önünden.

Yıllar içinde ‘soğuk’ merakım daha da arttı. Hollanda ve Almanya’da pek çok yerli arkadaşımın evinde kaldım. Bütün evler soğuktu. Öyle ki dışarıdan içeri girdiğimde pek bir hava değişikliği olmuyor, bende palto çıkartma hissi uyandırmıyordu. Genelde işe giderken kaloriferleri kapıyor, gelince açıyor, gece yatarken yine kapıyorlardı.. Bunların hepsi çoluk çocuklu evlerdi ve çocuklar dahil kimse benim gibi pantolonun içine kilotlu çorap giymiyordu. Çocuklar yağmurdu çamurdu, dondu buzdu demeden hep bahçede ve açık sahalarda top oynuyor, geziye de gidiyor, bisiklete de biniyordu. Evlerinde kaldığım Holanda’lılar bize Ocak ayında kalmaya gelince fenalık geçirdi diyebilirim;  pencere kapı açık yattılar, yine de rahat uyuyamadılar. Çocuklarını da muz gibi soydukça soydular. 

Bir yuva açma projesi için kuzey ülkelerini daha kapsamlı araştırmaya başladığımda öğrendiğim şeyler o kadar ilginç ve yeni gelmişti ki, o zamanlar öğretmen olarak epey etkilenmiştim. Şimdi bir anne olarak bu etki devam ediyor; soğuğa gayet sıcak bakıyorum artık!

‘‘Soğuk’, kuzey ülkelerinin göbek adı, çocuklar mecburen soğukta büyüyecek’ diye düşünebilirsiniz. Aslında öyle değil; bağışıklık sistemini güçlendirdiğine inandıkları için, pek çok uygulamayı özellikle yapıyorlar. Örneğin İsveç’te çoğu anaokulunda yataklar verandada ve çocuklar uyku saatlerinde sıkıca giyinip dışarıda uyuyorlar. Hava nasıl olursa olsun, her gün mutlaka göl kıyısına, ormanlık bir alana, parka gidiyorlar. Öğretmenler: ‘Dışarı çıkmaları çok önemli,’ diyor, ‘hava almaları, koşmaları, zıplamaları lazım’. Yağmurun en cılızında bile bizim yuva çocuklarının kapalı oyun odalarında kaldığı aklıma geldikçe çok üzülüyorum.

İzlanda’da yıllardır süregelen bir gelenek, bebekleri pusetleriyle evin önünde ya da bahçesinde uyutmak. İzlandalı anneler açık havada ve soğukta bebeklerin daha iyi uyuyacaklarını ve sağlıklı olacaklarını düşünüyorlar. Tabi fiyatları 1000 doların üstünde olan dev pusetler içinde koza gibi sarılmış bebekler soğuktan gayet iyi korunuyor. Evin bahçesini bırakın, Cafe’lerin, dükkanların önlerinde bile park etmiş pusetler görüyorsunuz. Bizim insanımıza ‘yok artık daha neler’ dedirtecek bu şok edici tablo Danimarka’da da var. Başkent Kopenhag’ın kaldırımlarında hiç kilitlenmemiş, içinde uyuyan bebekler olan düzinelerce puset görmek mümkün. Bu ülkelerde hiç çocuk kaçırma olayı görülmemesi de parantez içinde akıl almaz bir şey.




Norveç’te açık hava anaokulları var. Günün çoğunu nehir kenarında, ağaçlarda, kayalıklarda, bozkırda geçirdikleri bu anaokulunda çocuklar çok mutlu.  Saat başı aktiviteden aktiviteye koşturulan şehir sisteminin aksine burada hayatı doğal bir akışla öğreniyorlar. ‘Kötü hava yoktur, kötü giyinmek vardır’, soğuk kuzey rüzgarlarının ülkesi Norveç’in bir deyimi. Öğretmenler de buna gönülden inanıyor ve: ‘Bizler çocuklar için rol modeliz; onların havaya ve hayata olan tutumlarını şekillendiririz.’ diyorlar. Veliler çocuklarının sanılanın aksine daha az hasta olduklarını, açık havada güçlendiklerini söylüyorlar; bir iç mekanda tıkış tıkış durmadıkları için enfeksiyon riskinin az olmasından da mutlular. 



2006'da bir Unicef raporu, endüstri ülkeleri içinde en sağlıklı çocukları olan üç ülkeyi Hollanda, İsveç ve Danimarka olarak sıralamış. Türkiye'yi ise, 'Çocuğum üşüyecek' diye aklı çıkan annelere sahip, ama yine de en çok hasta olan çocukların ülkesi olarak ele almış olmalılar. 

Bağışıklık sisteminin 'soğuk'la olan ilişkisi hakkındaki inanç ve bulgularımın, serideki ilk sonuna geldim. Sonraki bölümlerde Rusya'nın çılgın uygulamalarına, soğuğun neden sistemi güçlendirdiğinin geyikten öte nedenlerine, çocuk doktorlarıyla olan sıcak sohbetlere yer vereceğim.

Kaynaklar:


Vadettiğim sonraki bölümleri hiç yazamadım, ama ilk çocuk doktorumuz, canımız Afşin Ünver ile çok  sohbet ettik. Kendisi hep aynı şeyi tekrarlardı: 'Ebru soğuk hasta etmez, virüsler hasta eder.' Bu cevabı o kadar çok severdim ki duymak için tekrar tekrar sorardım, 'Di mi Afşin?' 'Yani camı açık kalmıştı, ondan değil Afşin?' 'Hayır Ebru!'  Dünya tatlısı doktorumuzu maalesef çok erken kaybettik ama bize öğrettikleri, anlattıkları, zekası ve espritüelliğiyle hiç aklımızdan çıkmıyor. Sen 
‘oraların’ da neşesi olasın can doktor!...

2012’de çocuklar hayatın birinci yılındaydı, annem-ablam-ben de birbirimizle yeniden tanışıyorduk sanki. Yeni yetme bir anne olarak ‘ergenlik’ dönemine benzer egosal kabarmalar hissediyordum, dün gibi aklımda ve buradan bakıldığında artık çok gülünç! Yani mesela ben beresiz çıkarırken çocuğu, ablam bir yerden bir bere bulup onun kafasına geçirdiğinde çok sinirleniyordum. ‘Hayır hava berelik değil abla!’, ‘Ben öyle istemiyorum abla!’ filan gibi, belki de kırıcı çıkışlarım olmuştur. Gerçekten ‘ilk annelik’ dönemi baya ergenlik egosantrizmini andırıyor; kendi söylediklerinin, düşündüklerinin en doğru olduğunu savunuyor, duygularının başkaları tarafından anlaşılmasının güç olduğunu düşünüyorsun! Şimdi ablan çoktan bir çocuk büyütmüş, annenin tecrübe yılları yıldız olmuş general omzundaki gibi sıralanmış, e sen de annelik kimliğini arayan orta yaşlı bir ergensin, valla bu dönemden kazasız belasız, küsmeden, kopmadan çıkmış olmamız büyük başarı sanırım! 




1 Aralık 2024 Pazar

5. Güneysu Apartmanı

Kırmızı bir havlu sermiş Aynur yengem evin girişine, protokol halısı niyetine. Öyle gülmüştüm ki hastaneden gelince! V.I.P cüceler evlerinde! Çok beklendiniz kuzular, hoş geldiniz kuzular! Artık yediğimiz içtiğimiz ayrı olmayacak… Artık birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için… Beni eğitin bakalım, beni büyütün… Ben de size benim mütevazi tecrübe hazinemi paylaşayım. Babasıyla çimlerde yuvarlanan küçük Ebuş, şimdi kendi kuzularıyla yuvarlanıp gidecek, bakalım ne diyarlara…

Yaşadığımız apartmanlar çocuklarla seyrettiğimiz bir macera dizisinin bölümleri gibi. Aramızda olay örgülerinden bahsederken isimlerini birer film seti gibi kullanırız: ‘Hatırlıyor musun İdil İrem’i, kocaman tırtıllar basmıştı!’, ‘Önal’daki son yılbaşında Ayşe niye ağlamıştı?’, ‘Güneysu’nun mutfak bölmesine nasıl saklanırdınız!’… Aslında ‘apartman’, kokusuyla, konumuyla, güneşe selam duruşuyla, duvarlar arasında geçen olayları betondan derisine emişiyle sessiz bir organizma sanki! Bir kişiliği, bir zekâsı var; sevildiğini veya sevilmediğini algılayıp buna karşılık veriyor bitkiler gibi… Biz çok şanslıyız. Evlerimiz bizi sevdi, biz de onların her birini zaman kapsülünde resimlerle, bestelerle dondurduk. Şükür şükür üstüne…

Dizinin ilk bölümünün çekildiği ev, Güneysu Apartmanı. Benim için Milat’tan sonraki ilk yıllar. Cemreler düşüyor peş peşe, mizaçları baş veriyor, benlikleri filizleniyor… Ben biraz daha rahatlamışım sanki. ‘Bilir kişi’ havasında olmasam da kitapların yalancısı olmak üst düzey yetkili gibi hissettiriyor az çok. Doğru bildiğim şekilde büyütüyorum çocukları. Kanımda kendi baba ve annemin doğruları, kendiminkilerle esnetip onları, Yuri’ninkilerle de ortalamasını alarak bir yol tutturmuşum en doğalından… Keyfime diyecek yok. Anne miyim, çocuk mu belli bile değil!

Tamer dayım gülüyor halime; ‘Bu ne sabır bılıbılı*!?’ diyor havaya kuru fasulyeleri fırlatıp kahkahalar atan ikizlere sinirlenmeyip tersine oyunlarına katıldığım için… Nasıl sinirleneyim, çok bekledim ben onları,
beyaz gökkuşağını bekler gibi… Ama sinirlenmemek için bir harekât planım vardı: fit olmak! O minicik, bir somun ekmek boyunda ve gramajında bebeciği kucağınızda bir saat tutmaya kalkarsanız iki külçe altına dönüşüyor! Kollarınız zayıfsa, sırtınız, karın ve bacak kaslarınız zayıfsa çabuk yoruluyorsunuz. Çabuk yorulmak asabiyet demek, sabrın kısa devre yapması demek. İstemeyiz bunu! İstemeyin bunu! Yolda yürürken bir su birikintisine özellikle girip ayakkabılarını ıslatmış ve o birikintide akşamı etmeye karar vermiş bir çocuğa gösterdiğiniz tepki, ağrılarınız ve yorgunluğunuzla doğru orantıdadır! Yorgun, bitkin anne ‘Hadi oğlum, n’apıyosun ya, battı üstün başın, yürü!’ deyip çocuğu ağlatarak sürüklerken, enerjik anne ‘Ay seni yerim çok mu hoşuna gitti bu minnok su birikintisi? Hadi beraber oynayalım, evde temizleniriz!’ der. O yüzden formda olmak lazım! 

'Beraber ve solo' spor yapın! Öyle iyi hissediyor ki insan! İyi hissetmek, onların enerjisine denk olmak lazım ki hayatımız onların muzurluklarını sakince izleyip gülümseyebilmekle geçsin; sürekli durdurarak, keşfinden alıkoyarak, doğadayken aldığı kocaman keyifleri kısa keserek değil. (Ben bunu bebeklikten çocukluğa geçerlerken çok iyi becerdim, ama çocukluktan ergenliğe geçerlerken sporu hayatımdan uzaylılar çekip aldı sanki; ne yürüyüş, ne bisiklet, ne yoga, ne yüzme yaptım ve böylece ‘YAA!’ dönemim başladı, açılımı: ‘Yorgunluk, Ağrılar, Asabiyet!’)



Güneysu bize doğaya, doğala giriş dersliği gibiydi. Balkonunda, pencere önünde büyüttüğümüz, yediğimiz ve doğumunu, ergenliğini tecrübe ettiğimiz sebze, ot, çiçekler say say bitmez. 1-2 yaşlarından itibaren tohuma, toprağa değdi elleri Can’ın; gözünün önünde büyüyen ayçiçeğinin ortasından çekirdek çıkarmaya çalıştı Ayşe. Bunu sağlayabildiğim için kendime bol bol ‘sticker’ verdim vallahi!  (Hayatıma girmiş minik öğrencilerimin hepsine dağıttığım motivasyon sticker’ları ile bir kırtasiye açılırdı! Arada insanın kendini de unutmaması lazım!)

Bitkiler, toprak, taş, kum, su ile saatlerce oynayabiliyordu AyşeCan (İki kelime arasında bilerek ‘ve’ yok. ‘AyşeCan’ benim çocuklara seslenme biçimim oldu zaman içinde… Tek isim gibi, AyşeCan! Öyle ki bununla ilgili komik bir anım da oldu, ama onu ‘İdil İrem Apartmanı’nda anlatacağım.) Daha önce doğurmadıysan, bu tip gözlemler yavaş yavaş demleniyor sende. Onlar nasıl ‘A aa bu ne? Yumuşak bir şey, adı neymiş? Kummuş! Süper ya!’ gibi bir iç ses yaşıyorlarsa, sen de ‘A aa, amma da büyülenmiş gibi oynuyorlar kumla, hiçbir oyuncakla bu kadar büyük aşk yaşamadılar!’ diye geçiriyorsun içinden ve işte yavaş yavaş çocuğunu büyütme kitapçığını yazıyorsun, el yordamıyla, el yazmasıyla…

İkisinin de plastik bir oyuncağa nazaran doğal
maddelerden daha çok zevk aldığını anladıktan sonra 
balkonu bir laboratuvara çevirdim. Sokakta bulduğumuz uzun bir ahşap parçayı eve taşıyıp bebikler için bir çalışma (!) masası yaptık. O masanın altını üstünü hınca hınç doldurdum. Taşlar, midyeler, kozalaklar, kısa ve kör çubuklar, boy boy kap, kova kova kum, toprak, su, makarna süzgeci, fırça, çırpıcı, tahta kaşık, kepçe; sahilde, ormanda ya da mutfakta (yenemeyecek ve tehlikesiz) ne bulduysam. 


Bu balkon çocukların ilk bahçeleri, benim de en topraklandığım, zevkten çıldırdığım mekândı. Onları kirlenirken, keşfederken, kendilerinden geçerken, bir icat üstünde çalışan bilim adamı ciddiyetiyle suyla toprağı çamura çevirirken seyretmeye bayılıyordum. Bu balkon benim (henüz gerçekleşmeyen ama muhteşem) fikirlerimin doğum evi oldu! Bebeğin, çocuğun, yetişkinin, bitkilerle çevrili bir mekânda, doğal şeylerle haşır neşir olmasının duyulara pamuk şeker gibi gelmesi, sonradan yazacağım masallara, bestelere, projelere konu oldu.

‘Güneysu’da çıplak ayakla kar yürüyüşü yapmıştık!’. Gerçekten, Yuri çorap ve ayakkabıları çıkarıp bahçede bir tur atmıştı çocuklarla kar üstünde. ‘Sizi tanımıyorum!’ diye perde arkasına saklanmıştım utandığımı şakayla kamufle ederek. Yuri’nin bir Ukrayna’lı olarak alışkanlıkları, gelenekleri, genel sağlığa ve bağışıklık sistemine olan bakış açısı beni ilk zamanlarda şaşırtsa da zamanla bunlara alıştım ve hatta onları benimsedim. İskandinavların eğitim sistemini inceliyordum üniversite yıllarımda, o zaman duymuştun ilk defa Orman Okulları’nı, çocuklar için soğuğun ve dışarıda oynamanın ne kadar sağlıklı olduğunu ve tüm bu yeni bilgileri gıptayla hafızama raptiyelemiştim. Yuri’den öğrendiğim şeylerle, bu okuduklarım birbiriyle eşleşti, ve bir ‘yeni yetme’ anneye göre gayet cesur büyüttüm ikizlerimi, kafayı ‘düşmek, üşümek, hastalanmak, mikrop kapmak’la bozmamaya çalışarak.…  

‘Sallasak da mı uyutsak, sallamasak da mı uyutsak?' diye sorguladık bebeklerken. Büyüdüler, 'Ayırsak da mı uyutsak ayırmasak da mı uyutsak?' oldu sorunsal. Dikkat dağıtma sanatında ustalaştık, sihirbazlık yaptık, şükürbazlık yaptık, Adın ‘ebeveyn’e çıkınca omuz başına düşen ağırlığın iki katına çıktığını hissedip panikledik ve ‘Mükemmel!’ diye bir şey yok diye avuttuk kendimizi; hatalarımızı ‘kime göre hata, neye göre hata?’ diye felsefeye bandırdık. 'Güvenli ev, sağlam kafa' prensibiyle tüm evi kendini öldüremeyeceğin şekilde yapılandırdık. (Ona rağmen ilk iki yıla üç kaş dikişi, iki dil yarığı, bir bilek çatlağı sığdırdık! Can’ın bu yeteneğine özel bir bölüm atfetmem gerekiyor.)


Velhasıl günlerimiz dolu dolu geçti, iyi geçti Güneysu’da… Büyüttük AyşeCan’ı analı babalı, anneanneli, teyzeli, Gül’lü (**), misler gibi… Kafayı ‘düşmek, üşümek, hastalanmak, mikrop kapmak’la bozmamaya çalışan, cesur bir duruşum vardı. Çok az ‘koşma!’ diye bağırmışımdır, ya da ‘düşersin!’ diye şartlamışımdır onları. Yeni yetme bir anneye göre hiç fena sayılmazdım.

Kötü günlerimiz olmadı mı? Olmaz mı? Hatta çok kötüler de oldu… O günlerde Hakan Mengüç’ün ‘İyi Beni Bulur’ defterine ihtiyacım varmış ama 8-9 yıl kadar ıskaladım ben onu. ‘İyi ya da kötü yoktur, olan vardır sadece; olana göre akışa düşmek vardır.’ cümlesini mesela, iyi gelirdi duymak o zamanlarda. Ama içi ancak doldu nazarımda, biraz ileriyi görünce… Yaşadıklarımı ‘iyi’, ‘kötü’ diye ayırmadan, ‘olan’, ‘biten’ şeklinde adlandırıyor, dizi filmin her bölümünü şükranla kucaklıyor, yenilerini çekmeyi iple çekiyorum artık!










**Gülden bahset. Resimler unutma