Salladığımda pamuk pamuk kar yağdıran müzikli kürem... İçinden çıkmamak için gözümü açmak istemediğim bir rüya... Bodrum'da AyşeCan'la geçirdiğim 5 ay bu hissiyatta bir şeylerin karışımı... Beni büyüten, büyüleyen, yönlendiren masalsı hayat dilimim...
Kafama estiği gibi yaşadığım söylenir, 'çılgın kız' denilir, oysa bana göre çılgınlık sırtına bebeğini bağlayıp bisikletle dünya turuna çıkmak, ya da Peru'nun bir orman kabilesinde şamanlarla yaşamak filan gibi şeyler. Kendimi çılgın, cesur ya da başına buyruk hissetmiyorum. Sadece hayal kurmayı çok seviyorum. Kafamın çizgi film gibi rengârenk içinde 'olmaz' denen mefhum yok çoğu
zaman. İstanbul'dan kalkıp Bodrum'a gittim işte, olmayacak bir şey değildi. Param bitmeseydi, iş bulabilseydim daha da kalırdım, ama olmadı.
Canım arkadaşım Meltem bana Bodrum yolculuğum
öncesinde şöyle demişti: “ ‘Orada daha mutlu olacağız’ değil de ‘Orada daha
mutlu olabiliriz; bunu deneyip görmek istiyorum.’ diye gideceksin. O zaman ne
hayal kırıklığı olur, ne de zorluklardan yılma. Bir süre sonra, eğer olmuyorsa,
geri dönersin. Bu esneklik, insanı psikolojik olarak rahatlatır taşınma
safhasında.” Bu ‘değişim korkusunu
ehlileştirme’ kafası çok mantıklı geldiyse de benim içime düşen ateş orada
‘daha mutlu’ olmaktan ziyade, çocukların doğa içinde, onun kucağında ve
himayesinde büyüdüğünü görmek çıkışlıydı; aynı benim çocukluğumdaki gibi. Bunu
görmek zaten beni kafadan mutlu edecekti.
Bodrum'a çocuklarla yalnız gitmek, evciliğimdeki çatlakları da beslemişti elbette ama gitme eyleminin kendisi zaten iyi gitmeyen bir şeylerden kaçmaktır ya... Ne yapacağını bilmediğin zamanlarda atarsın hani kendini dışarı; yürürsün yürürsün, dere tepe düz, yokuş yukarı, yokuş aşağı...Ve sonra ne yapacağınla ilgili bir vahiy gelir. Öyle umdum ben de. Döndüğümde tüm düğümlerin çözülmesini, 'gri'lerin puf diye kendini beyazlatmasını diledim.
O mandalina, greyfurt ağaçlarıyla dolu ön ve arka bahçesi olan evi AyşeCan da çok sevdi. Sevmemek ne mümkündü! Kapıyı açtığın anda toprağa basıyordun. Sabah kahvaltısında komşu tavukları bahçemizde toplantı yapıyor, akşam yemeğinde kocaman bir inek duvarımızın dibinden dibinden evine doğru yürüyordu. Bizimkiler çığlık atıyordu onu görünce! Ağaçlar öyle Can'a göreydi ki... Boyları posları, kıvrımları tam Can'ın tırmanma becerisine denkti. Çıplak ayakla onların üstünde, omuzunda olmaya bayılıyordu! Keşke günlük tutsaydım diyorum ama mümkün olamazdı. Gündüz bir dakika bile gözümü ayıramıyordum çocuklardan, gece ise yorgunluk ile olan savaşı hep uyku kazanıyordu. Böylece yaşananlar ancak beynimin kıvrım kıvrım romantik sokaklarında kaldı; bir de resimlerde...
Bodrum'da yaşamak bana daha önce hiç doğada bulunmamışım gibi, yeni bir göz, kulak, burun verdi, iç ses verdi. Bir tilki ya da yarasa gibi algılarımı keskinleştirdi. Hiç yıldız görmemişim bu yaşa kadar... Hiç domates koparmamışım dalından, hiç mutlak karanlıkta kalmamışım. Aslında ben de çocukmuşum; bunu da unutmuşum. AyşeCan ile her çılgınlığı yaptım, üçümüzün de başında 'Üşürsün!' 'Düşersin!' 'Yapma! 'Etme!' diyen bir büyük yoktu, doya doya eğlendik. Üşüdük de, düştük de ama tecrübeler yanımıza kâr kaldı, atalık tohum gibi sağlam yaptı bizi.
O zaman henüz bahçecilik, tarım, permakültür gibi şeyler bilmiyordum. Hatta Türkiye'de çıkan ilk permakültür kitabı olan ve sırf 'Tercümanı lise arkadaşım Egemen'miş!' diye aldığım 'Permakültüre Giriş*' kitabını Bodrum'da bir arkadaşa hediye ettim, 'Sanırım sen bundan daha iyi anlarsın!' dedim. Oysa benim için zamanı sonra gelecekmiş, henüz yeni demleniyormuşum. Kitabı yıllar sonra tekrar satın aldım.
Bana bir tarla(cık) yapmayı, onu sulamayı, tohum ekmeyi, sebzeleri hasat etmeyi, Bodrum otlarını ve daha bir sürü şeyi öğreten, şu resimdeki tatlı kadın Ayşe'dir! Ayşe, kızımın adaşı, benim karşımdaki evde oturuyormuş ve o Nilüfer'in şarkısını söylerken duyduğum, sonra yanıma gelip 'Siz burada mı oturacaksınız?' diyen küçük kızın annesiymiş. Benden küçük olmasına rağmen Ayşe'nin hayat hakkında engin bir bilgisi vardı. Ateş yakmak, yemek pişirmek, hayvan bakmak, bitki büyütmek, ve pek çok yaşam için gerekli pratik bilgi... İnsanlara karşı önyargılı olmamak, saygı, sevgi, anlayış, yardımseverlik gibi de pek çok erdemi vardı Ayşe'nin... Ayşe bana aldığım akademik eğitimlerin bazı durumlarda hiçbir faydası olmadığını fark ettiren ilk insandır. Yani 'bütüncül' bir insan olmak için kitap bilgileri kadar hayat bilgileri de gerekiyormuş ve bunu öğreten hiçbir okul yok malesef, sen kendi başınasın! Kendi gayretinle, merâkınla, ve ancak konfor alanından çıkmaya razı olduğunda öğrenebileceğin o kadar çok şey var ki... Ayşe sana çok teşekkür ederim; benim tavşanları kendininkilerden hiç ayırmadın. Yalnızım, burada yabancıyım diye elinden geleni esirgemedin, ben uyurken girdin bulaşığımı yıkadın, hastayken girdin çorba koydun. Umarım senin de yoluna hep senin ve çocukların gibi insanlar çıkar, tüm hayallerin gerçek olur.
Arkamdaki kuytu, gizemli evde bir ressam bayan oturuyor demişlerdi, merakla beklemiştim onun gelmesini. Sevan, AyşeCan'ın 'Çevan geldi! Çevan gitti! diye sürekli rapor verdiği ailemizin sevilen arkadaşlarından oldu sonra. O da orada kısa süreli oturdu ama birbirimize iyi geldik o dönem, ağlaştık gülüştük, gezdik, sofralar kurduk beraber. Sihirli sanatçı fırçasıyla evimize dokundu; renklendirdi duvarlarımızı, motiflerle pozitif enerji yükledi dolaplarımıza. Çocuklarla resim yaptı, kil yoğurdu, ben yorgunluktan asabiyete sapmışken o, sakin ses tonuyla sallayarak uyuttu AyşeCan'ı. Ona da bu satır aralarından sevgi, şükran yolluyorum...
Murat
vardı, röportaj yapmaya geldiğimde tanıştığım. Şahsına münhasır, hafif kaçık,
yaratıcı, bilge bir insan... Bahçesindeki ağaca vintage bir avize asmıştı.
Kediler, köpekler Charlie'nin melekleri gibi onun etrafındaydı hep. Lodosla
sahile vuran tahtalardan, dallardan ve bit pazarından topladığı objelerden ve
de atıklardan inanılmaz sanat eserleri yapardı. Köy kahvesinin çınarı gibiydi;
bütün yazar, aktör, müzisyen tayfasını tanırdı. Murat, hayata bakışı,
doğallığı, kim ne der'cilikten uzak, kendine kurduğu büyülü yaşam alanıyla bana
ilham vermiş, kafamda pek çok şeyin tanımını değiştirmiş bir kişilik olmuştur.
Ona da şükran...
Akademik eğitimim, 'takas' işine yaradı Gümüşlük 'teki hayatımda. Yani bir ismi yoktu takas diye ama karşılıklı bir alışveriş vardı tüm sokak sakinleriyle aramda, manevî alışveriş. Bir öğretmenin sokağa taşınması onların çocukları için hoş bir tecrübe olmuştu. Ben küçük büyük tüm çocukları bahçemde ağırlıyor, tüm boyalarımı, kağıtlarımı döktüğüm masamda onlara sanat yapma imkanı veriyor, bildiğim şarkıları öğretiyor, İngilizce ödevlerine yardım ediyordum, onlar da bana her konuda yardım ediyorlardı. Hem çocuklar, hem anneleri, babaları. Kendi bahçelerinden ürünler getiriyorlardı taze taze. Yumurta yedim doya doya. Evimdeki teknik problemler hemencecik çözüldü. Ah şu takasın güzelliği! Ah takasın doğallığı, insancıllığı! Gözünü sevdiğim para keşke hiç icat olmasaydı.
Eğer permakültür bilseydim o zamanlar, bahçedeki otları iyi bir şey yaptığımı sanarak komple yolmaz, toprağı dımdızlak bırakmazdım resimlerde gördüğünüz gibi. Önce yürüyüş yollarını belirlerdim, oralardaki otları yolar, bir şey ekmeyeceğim yerleri de öylece bırakırdım yemyeşil. Aklımca bir sürü şey ekecektim, çiçekler, çalılar, ama olmadı ve olmayınca da üstünde yürüye yürüye toprak taş gibi sıkıştı. Bir permakültür kitabımda diyordu ki: 'Daha iyi bir planın yoksa otları yolma', çünki otlar toprağın el örgüsü battaniyesi, onun iyileştiren hemşiresiymiş; sıkışık killi toprağı kazık kökleriyle böler ayırırlarmış; kumlu, su tutmaz toprakları da dantel dantel kökleriyle bir araya getirirlermiş. Ben toprağı battaniyesiz, hemşiresiz bırakmışım bilmeden. AyşeCan suyla, kovayla, hortumla çok oynardı ve her yer çamur olurdu; otları yolduğuma bunun için de pişman olmuştum. Neyse, herkes bir yerden başlar. Burası benim baş'ımdı. İlk tohum ektiğim toprağımdı. Aklıma fikir tohumları eken yıldızlı dünyamdı.
AyşeCan iş yapmaktan çok keyif alıyordu o zamanlar. Yani 'iş'in sıkıcı, zor, vakit alan külfet bir şey olduğu yetişkin dünyasından çok uzak bir galakside, her şeye bir oyun gibi, yeni bir macera gibi atlıyorlardı. Ne temiz bir bellek, ne kıymetli duygular... Her şeyi beraber yapıyorduk; temizlik, bulaşık, alışveriş, çivi çakma, boya, çöp atma... Ayşe bir tek çöp atmayı sevmiyordu; boyundan büyük bir çöp torbasını eline verdiğimde ağlanmaya başlamasına gülmemek için çok uğraşırdım çünkü gülersem sinirlenirdi. 'Hadi annecim, yapabilirsin, çok az yolun kaldı!' diye bağırırdım sokakta. Sokak öyle boştu ki, oradaki iki üç evde oturan kişiler haricinde kimse geçmezdi. Zaten mıcır yol olduğu için hızlı da gidilmezdi, içim rahattı. Genelde küçük büyük bütün çocuklar yolda oynardı. Hayatımda hiç unutamadığım bir anılar geçidi oldu o sokaktaki çocukların imece usulü oynaması. Bir oyuncak kamyon kalırdı sokağın ortasında akşam. Gündüz onu ilk bulan ite ite sokağın öbür ucuna götürürdü, sonra bir başkası bir başka köşeye çeker bu şekilde kamyon bir kamu malı gibi kamu hizmeti yapardı!
Deniz kenarında oynamayı da çok severlerdi tabi, ama dolmuş bekleyip sahile inmek ve orada iki çocukla baş etmek, onlarla ev bahçesinde baş etmekten daha zordu. Bir keresinde sahilde tatlı tatlı kum oynarken, Can 'kakam geldi' dedi. Bu olursa ne yaparım diye bir tatbikat yapmadığıma içerledim o an. Sahildesin. Tek ebeveynsin. Keyfi iyi olan çocuğun yükseleni Oğlak olan inadı tuttu; kumlardan ayrılmamak için çığlık atıyor. Kakası gelen çocuğu en yakın restoranın tuvaletine götüreceksin ama Allah bilir kaç düzine dakika sürecek, ve öbür çocuğun keyfi iyi diye sahilde yalnız bırakacak halin yok. Can elimden çekiştirip çok kakam var derken ve Ayşe kumlardan kalkmamak için öbür elimden kurtulmaya çalışırken, arkamdaki sırada oturan çocuklu bir anne 'Ben göz kulak olurum sen git oğlanla!' deyiverdi. Ayşe'yi kaçıracak birine, organ mafyasına benzemiyordu, ve iki saniye içinde ona güvenme kararını onadı kalbim. O tuvaletten geri dönüp Ayşe'yi sağ salim, hatta o kadının çocuğuyla oynamaya başladığı için daha da neşeli bulduğumda nasıl rahatladığımı anlatamam. Eve gelince ne kadar stres olduğumu anca fark ettim. Bir daha da sahile tek başıma gidemedim.
Bahçeyi öyle keyifli, büyülü bir hale getirmeliyim ki hiç sıkılmasınlar demiştim kendi kendime. İlk günden itibaren o hedefe kitlendim. Aklıma gelen tüm cinslikleri yaptım. İç sesiniz eğer 'Saçmalama, icat çıkarma!' diye muhalefet safında yer almıyorsa çok şanslısınızdır. Yaratıcılıkta kuş gibi uçarsınız. 'Limit gökyüzü!' denir ya, aynen öyle. Eğer iç sesiniz size hep muhalefetse, bence tek başınıza iktidar olduğunuzu ona gösterin. Yaptım, oldu, çok da iyi oldu! deyin. Ya da 'Yaptım, olmadı, olsun, tecrübe oldu!'. Bu hayata tek bir kere gelmek, her ânı bir tek o anda yaşıyor olmak bence iç-dış tüm seslere kapanmamız için yeterli bir gerekçe.
Çocukların beşiklerini belki kanepe gibi kullanırım diye İstanbul'dan getirmiştim. Bahçede oynamaktan bıkıp , yorulup bir türlü eve girmek istememeleri bana bir fikir verdi. Beşikleri bahçeye taşıdım. Sonra cibinliği, sonra bazı koltukları, lazımlıkları derken arka bahçe oldu tam bir çingene mahallesi. Şikâyet edecek, rahatsız olacak kimsecikler yoktu, ve ben de meğer hep bir çingene gibi yaşamak istemişim. Öyle eğlenceli, öyle özgür hissediyordum ki... Kendi çocukluğumdaki gibi biraz; daha da özgürü.
Bahçedeki beşiğe başını koyan birini gören gri kedi hemen onun yanına ya da üstüne kıvrılırdı. Onlarca fotoğraf çektim... Öyle huzurlu kadrajlardı ki, eşikte oturup seyretmeye doyamazdım. Shakespeare demişti ya: 'Dinleyenler için dünyanın bir müziği var.' AyşeCan bahçede oynarken bilinçlerinin altına üstüne nüfuz eden pek çok melodi olmuştur; kuşlarınki, cırcırlarınki, rüzgârınki, yapraklarınki... Şimdi 13 yaşındaki Ayşe yanımdaydı bu yazıyı yazarken ve resimlere baştan sona bakıp, 'Çocuk olsam yine orada yaşamak isterdim!' dedi. İçim sıcak salep gibi yumuşacık oldu; doğru bir şeyler, doğru zamanda yaşanmıştı.
İnsanlık için küçük bir adım olabilirdi ama bir tohumdan domates çıktığını görmek benim için bir mucizeydi! O minik şeyin sağ salim mis kokulu bir meyveye dönüşmesi, mucize değilse ne? Yapraklarını elimle okşadığımda yayılan kokuyu ilk defa duymuştum! Koku başımı döndürdü, tohum ekmek anında bağımlılık yaptı; bunu hep yapmak istedim; annemin takı yapmayı öğrendikten sonra her girdiği dükkandan kilolarca boncuk alması gibi ben de tohum toplar oldum deli gibi.. Yapabilirim/yapamam, yerim var/yok demeden yüzlerce tohum aldım kâh parayla kâh takasla. Gümüşlükteki bu 3 metrekarelik deneyim benim sinekkuşu gibi pırpır eden fikirlerimi besledi. Hemen oracıkta, bu küçücük hayat dolu bahçede bir 'doğa kulübü' başlatmak istedim. Fikrimle heyecanlanıp gece gündüz kulübün misyonunu, vizyonunu, arıyı peteğin çektiği gibi çocukları da kendine çekecek bir eğitim, eğlence, doğa merkezine dönüşümünü yazdım. Kalemin ucu o kadar cesurdu ki kulüp bahçemden taştı kocaman bir çiftliğe kondu; ünü dünyalara yayıldı. Her Türkiye'ye tatile gelen çocuklu aile bu kulübe uğramadan edemedi; hatta ve hatta sırf bu kulübü görmek için Türkiye'ye geldi! Bu kulüp dünyayı değiştirmeye ön ayak oldu, buradan yayılan fikirler, kıvılcımlar başka fikirbazları coşturdu, iş birlikleri yapıldı; sevgi, barış, birlik dünyayı sardı sarmaladı.
Richard Louv gelip bana çalışmalarımı takdir ettiğini, onun ekibine katılıp katılmayacağımı sordu, ben de dedim ki 'Ben size uzaktan destek olurum. Buradaki çocukları bırakıp gelemem.'
İşte bu kafa... Bu kafayla yıllarca coştum coştum söndüm; yazdım, çizdim rafa kaldırdım, yıldız oldum parladım, meteor gibi kaydım. Ekşi sözlükte birisi demiş ki benim için: '2007'nin Sertap Erener - Nil Karaibrahimgil hibriti olacak ve 2007'ye damgasını vuracaktır.' (Demek ki albümüm 2007'de çıkmış.) Sonra da 2016 yılında bu yazısına ekleme yapmış: 'Damga vuramamış efenim...'
Beni öyle üzmüştü bu son
eklenti cümle; 2007’ye damga vuramadığım için değil, pek çok güzel fikrimi,
hayalimi, yaratımımı nihayete erdiremediğim için… Ya hevesim geçtiğinden, ya
bir pesimistlik çöktüğünden, ya 'yeterli' olmadığımı düşündüğümden ya da bir
başka hayalin peşine (fareli köyün kavalcısını takip eden bir fare gibi)
takıldığımdan dolayı her şeyi yarım bıraktığım için... En kötüsü de bu sadece
senin fark ettiğin ve kimsenin görmediği bir şey olmuyor (poponda çıkan sivilce gibi);
herkes yeri geldikçe senin o yarım bıraktığın son şeyden bahseder oluyor. Bu da
iç yıkım demek… İç erozyon… İç tsunami…
'Disiplin' şart dostlar. 'İstikrar' şart. Kendiniz için mi, çocuğunuz için mi hiç fark etmez. Yetenek ve motivasyondan daha da önemlisi disiplin. Ben yeni yeni bu disiplini kurabilmeyi başardım, artık çocuklardan dolayı 'vaktim yok' bahanesine saklanmıyorum. Bazen sabah 6'da kalkıp yazıyorum, bazen gece 2'de yatıyorum ama ne olursa olsun o gün en az yarım saat şu kitap için bir şeyler yapıyorum. Detaylı planım yine yok ama en azından 'kopmuyorum', hayalimden düşmüyorum. Eğer bu satırları okuyorsanız başarmışım demektir, içimde yıldızlar parlıyor, dışımda herkes 'bitirdiğim' için beni kutluyor demektir.
Gümüşlük'teki 5 ayımızı bahçede geçirmedik. Epey de gezdik. 'Seyahatin önündeki tek engel kapının eşiğidir.' demiş bir Bosna Atasözü. Sırt çantamı sırtıma, ikizleri de iki yanıma aldım mı, atardım kendimi dolmuş durağına. Dolmuşların gidebildiği tüm güzergâhlara gittik pek plan yapmadan. Kara kuru sıcak ve hep çiş gelmesi, gezilerin en kaktüslü kısmıydı ama çok şükür civcivlerdeki o sevimlilik tüm yardım kapılarını açıyordu kendi kendine. Pazarda AyşeCan'ı el ele gören her köylü 'Ay şimdi yiyicem sizi!' diye bağırıyor ve bir şeyler ikram ediyordu; kirazdı, erikti, gözlemeydi... Onlar almazsa benim elime tutuşturuyorlardı. Onları kucaklarına alıp sıka sıka, öpe mıncıra seviyorlardı. Yanağından sürekli makas alınan Ayşe
pek hoşnut olmasa da çok seviyordum ben Pazara gitmeyi. Bir manken gibi catwalk'da yürüyorsun; ikramların, seven bakışların ve güzelim otların, meyvelerin, bolluk bereketin arasından... Dünyada tüm ihtiyacın olan şeyler oradaymış gibi...
Dolmuşta hiç ayakta kalmadık. Yani ben kaldım da, AyşeCan'a sahip çıkanlar hep oldu. 'Ver çocuğu bana!' derdi illaki birisi, ya kucağına ya yanına oturturdu. Paulo Coelho'nun bir sözü vardır: Eğer bir gün yolunuzu kaybederseniz, bir çocuğun gözlerinin içine bakın; çünkü bir çocuğun her zaman yetişkine öğretebileceği üç şey vardır: Nedensiz yere mutlu olmak, her zaman meşgul olabilecek bir şey bulmak ve elde etmek istediği şey için var gücüyle dayatmak.'
AyşeCan da o 'her şekilde mutlu olma, yapacak birşey bulma, her şeyi merak etme' halleriyle herkesi güldürürdü. Belki dertlerini unuttururdu bir kaç dakika da olsa. Bir yaşlı amcanın Can'a sessizce sarılma anını yakalayabilmiştim kamerayla. Öyle duygulanmıştım ki. O konuşmuyordu, Can'la ilgilenmiyor gibiydi, ona bakmıyordu bile. Ama bir viraja girdiğimizde, elini Can'ın beline attı ve onu güvenceye aldı. Eli o şekilde kaldı biz inene kadar. Mutlu hissettirmişti; çok insancıl yumuşacık bir hareketti.
Doğa gezilerini ilçe merkezi gezilerinden daha çok severdim çünki Can'ın dükkanın önünde gördüğü bir şeyi istemesi, yani ona sahip olmak için tutturması bezdirirdi. Bir ara bu kabusum olmuştu. Onun ilgilenebileceği şeyi satan bir dükkanı uzaktan tespit edebilirsem yolumuzu değiştirir olmuştum. Bazen birden bire elinde bir şey görürdüm, mesela Örümcek Adam. 'Bu ne Can? Nereden buldun bunu?' 'Oydan aydım!' diye bir dükkânı gösterirdi. Telaş içinde o dükkâna koşar oyuncağı geri verirdim. 'Annecim öyle olmaz ama, her gördüğümüz şeyi alamayız, bunun için para vermek gerekiyor' derdim. Her seferinde bu, Can'ın tepinmesi, yürümeye devam etmemek için yerlerde sürünmesi ve bir yerini koparıyormuşum gibi ağlamasıyla sonuçlanırdı. Öyle anlarda çok kifayetsiz hisseder, birden eve ışınlanabilmeyi dilerdim! Sonra gece olup yıldız takımları göğün sahasına çıktığında, günün kasetini baştan sona seyrederdim. Can'a, Ayşe'ye alamadığım oyuncaklar içimi burkardı bazen. 'Şu Lidya'lılar bir karşıma çıksa, parayı buldukları için onları bir temiz döverim' diye düşünürdüm. Adamlar bakla tanesi büyüklüğünde madeni objeler yapıp bununla alış verişe başlamış ve takasın canına okumuşlar. Oysa şimdi her isteyen her istediğini birbiriyle takas ederek alabilecekti. Mal olsun, mülk olsun, hizmet olsun... Zaten bu 'takas' olgusuyla öyle bir büyülendim ki Gümüşlükteki bahçemde, kulüp projemin içinde de bir Tanrıça gibi ışıldattım onu. Takas herkesi 'yeterli', 'muktedir', 'önemli', 'mutlu' ve 'bütünün parçası' hissettirebilecek bir yaşam biçiminin anahtarı gibiydi.
Turgutreis yolundaki EcoFarm girince hayatımıza, daha da genleşti keyif, huzur, doğa çemberimiz. Sağolsun arkadaşım Engin tanıştırdı beni çiftliğin sahibi Cem'le. Hem onu, hem çiftliğini çok sevdik.
İstanbul'a dönene kadar (ve hatta Bodrum'a yolumuz her düştüğünde) günlerimizi geçirdik orada. Yeni doğan civcivleri, köpekleri aldık kucağımıza. Dalından mandalina yedik, pür sessizlikte rüzgârın salladığı hamaklarda başka boyutlara daldık. Topraktan tazecik çıkmış sebzelerle hazırlanmış kahvaltılara doyamadık. Kahvaltıdan arttırdıklarımızı çiftliğin arkalarına doğru yayılmış kaygısızca otlanan küçük ve büyükbaş hayvanlara ikram ettik. Cem derdi ki 'Eceliyle ölen tek keçiler bizde.' Bu cümleyi hiç unutmam. Bir hayvanın bizim işimizi görmesi için alıkonulması, işlevini yitirince de kesilip yenmesi genel bir yaklaşımken, Cem'in çeşit çeşit hayvanla kurduğu bağ çok güzeldi. Karşılıklı bir 'takas' vardı arada, bir 'al gülüm ver gülüm' sevgi takası. Cem onlara oda-kahvaltı sunuyordu, onlar da ona sütlerini, gübrelerini armağan ediyorlardı. Biz ziyaretçiler de çoluk-çocuk bir belgeselin içinde kamp yapmış gibi oluyorduk.
Cem'in EcoFarm'ında öğrendiğim bir şey de 'work abroad' sistemiydi. Çiftlikte pek çok yabancı genç vardı. Yemek, temizlik, bahçe işleri, hayvan bakımı gibi çiftlikte olabilecek tüm işleri yaptıkları gibi, gelen çocuklara İngilizce öğretiyor, ne biliyorlarsa, nede yetkinlerse o konularda etkinlikler yaptırıyorlardı. Ayrıca belli ki EcoFarm'ın ailesi gibi olmuşlardı; çok mutlu ve candan gözüküyorlardı. Cem'e onları sorduğum zaman bana bunun bir takas sistemi olduğunu, Ecofarm'da kalarak işlere yardım eden bu yabancı gençlerin
konaklama ve yemek masrafı yapmadan Bodrum ve çevresini gezme, Türkiyede tatil yapma şansına sahip olduklarını anlatmıştı. Bayılmıştım bu fikre! İşte yine takas! İşte yine 'alan mutlu veren mutlu' denklemi! Sonradan Ta-tu-ta ve Wwoof başta olmak üzere pek çok takas programını öğrenip inceledim. Bir daha genç olsam bu programlarla tüm dünyayı gezerdim! Hâla ümidim var ve Gökhan'la gideceğiz inşallah ama kolumun, bileğimin, dizlerimin bomba gibi olduğu dönemlerde gidebilseydim tadı başka olurdu!
İşte Bodrum'da 5 ay... Çocuklarım ve benim doğayla yakınlaşmamızın mîladı....Ne yapmak istediğimi, ne yapmak istemediğimi tak tak birer Tarot kartı gibi önüme açan canım Gümüşlük... Her şey bir 'hızlı ileri al' butonuyla yaşandı bitti. İstanbul'a dönerken içimde yıldız yıldız bir gökyüzü, sıcacık dostlukların izi, elimde domateslerin kokusu, hevesimde binbir proje ve geri döneceğime dair mutlak bir içgüdü vardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder