17 Temmuz 2025 Perşembe

16. Müziğe Dönüşüm

Bir gün 'Haydi Dışarı' diye bir şarkı besteledim. Aslında o kadar kısaydı ki 'jingle' da denebilirdi. Okuldaki dersim hakkında bir şarkımın olmasını niye istedim kim bilir ama sanki bir zincir reaksiyon tetiklendi ve her şey cin mısır gibi patladı, saçıldı, tencereden taştı! Müziğe muhteşem dönüşüm bir jingle sayesinde oldu!

Can'ın sürekli çamursal karışımlar elde etmesi ve 'Çoyba yaptım!' diyerek bana ikram etmesinden ilhamla çıkmıştı ilk kıta. İkinci (ve son) kıta da dersimin anlam ve ehemmiyetini anlatıyordu. AyşeCan'ı ve çocuk ruhlu basçı arkadaşım İlker Göçmen'i kapıp Mavi Gezegen'e gittim. Orada öğrencilerime Haydi Dışarı şarkısının lansmanını yaptık! Öyle tatlıydı ki tepkiler; 'Bi daha! Bi daha!' diye zıplayıp duruyorlardı! Babam (Erdoğan Berker) ilk 'Altın Kelebek' ini alırken nasıl sevindiysem o çocukların coşkusu da beni öyle sevindirmişti! Sonra o ilk dinletinin de içinde olduğu bir video klip yaptım ve onu sosyal medyada paylaştım ('Amerika'da boşuna mı mastır yaptın?' diyen anneme hep bu videoları örnek gösteririm! CCSU*'da öğrendiklerim sayesinde!özellikle pandemi sırasında 30'a yakın eğitsel video yaptım çocuklar için. 'Daldan dala atlıyor!' diye kızmayın çocuklarınıza; tüm dallar mutlaka bir işe yarıyor ileride!). 


Şu bulut gemiye benziyor
Çiçekler koklanmak istiyor
Toprağa suyu katsak, 
Biraz da kozalak koysak
Canım fena çorba çekiyor

Haydi dışarıya, yağmurda koşmaya!
Haydi dışarıya, kuşlara yem koymaya!
Ağaçların altında oyun başka, bambaşka!
Sıcakta, soğukta haydi dışarıya!



Söz-Müzik: Ebru Berker
Aranjman: Yuri Ryadchenko
 


Sosyal medyada klip arkadaşlarım tarafından çok sempatik bulundu falan filan, derken aklıma 'Neden bu bir TV programı olmasın?' diye bir soru geldi. Dedim ya, cin mısır... Pat pat pat... Hemen yazdım bir proje. Bir bahçe bulunacak, orada çocuklarla yaz kış oyun oynanacak, ekim dikim yapılacak ve permakültür anlatılacaktı (bizzat yaşayarak tabi). Çok kısa bir süre sonra 'TRT Çocuk' kanalından olumlu cevap alınca şok oldum, havalarda gezindim! Fakat detaylar konuşulurken bir takım pürüzler çıktı ve proje yattı. Joseph Campbell'i duymuş muydunuz? Amerikalı bir mitolojist, yazar ve eğitmen kendisi. Şöyle demişti bir yazısında: '
Sizi mutlu eden şeyi yapmaya devam edin ve korkmayın, orada olduğunu hiç bilmediğiniz kapılar açılacaktır.'** Hakikaten kapıların kapandığına üzülmeye bile vaktim olmuyordu, öyle başka kapılar açılıyordu ki onları ben mi açtım, nasıl açtım diye şaşırıyordum! 

Bu kapılardan birinin ismi Formidable Vegetable Sound System***! İsimlerini permakültür kursunda 'örüntü' üzerine sohbet eden öğrencilerden duydum. Avustralyalı, yetenekli, yaratıcı, fırlama ve iyi müzisyenlerdi kendileri; bir bütün günüm youtube'da geçmişti onları araştırırken... Amaçlarının '
sürdürülebilirlik için basit çözümleri bilincin derinliklerine mümkün olan en 'funk' şekilde kazımak' olduğu söyleniyordu! Ne komik bir adanmışlık idi bu! Solistleri ve bestecileri Charlie Mgee'nin elinde minyatür gitara benzeyen aşırı sempatik bir alet vardı. Ukuleleyle tanışmam bu şekilde oldu! Rengarenk kıyafetleriyle sebze tarhları arasında trompet ve keman sololar atmaları filan çok özgündü, seyrederken gülümsetiyordu. Enerjileri tavandaydı! Hayran kaldım ben onlara ve ilham rüzgârları üstüme üstüme esti... Ben de permakültürle müziği birleştirecek bir şeyler yapmak istedim!

'Örüntülerden oluşan ritmik bilgi kolay hatırlanır; sembolik bilgiyi ise hatırlamak güçtür.' demişti Bill Mollison kitabında(*4) Charlie tam da bunu yapıyordu; 'müzik' ile bize bilgiler, tarifler, tavsiyeler paslıyordu. Bill Mollison'un bahsettiği sembolik bilgi ise kitaplarla veya elektronik ortamlarla saklanan bilgi. Bunlara erişimi olmayan pek çok insan ya da toplum olabiliyor ve sonucunda 'bilgi' uzun vadede silinip gidiyor. Maalesef yazının icadından sonra örüntülerle bilgi aktarmayı bırakmışız. Oysa yıldız takımları, bitkilerin kullanım alanları, hasat dönemleri, hava olayları, yön bulma, atalar, yaratılış mitleri gibi pek çok geleneksel bilgi ve bilim örüntüler halinde kaydedilirmiş eskiden; yani taş oymalarla, toprak yapılarla, motiflerle, resimlemelerle, dövmelerle, şarkılarla, danslarla... Sanat sanat için ya da müzeye konmak ya da satın almak için değil, bilgi aktarımı içinmiş. Sanatın insanları hem duygusal olarak etkileyen ve bir araya getiren bir gücü var hem de ritim, desen, kafiye formundaki tekrarlar sayesinde içerdiği bilgi çok akılda kalıcı oluyor. Bu kitap en fazla AyşeCan'ın çocukları da onu okuduktan sonra piyasadan ve sanal alemden yok olabilir mesela ama 'Bir çekirdek verdim dört bostan verdi; benim sadık yârim kara topraktır' diyen Aşık Veysel'in o türküsü bence torunlarımın torunlarına kadar ulaşır... 

Haydi Dışarı'dan sonra 'Yürüyen Köşk', 'Sinek Kuşu', 'Küçük Tohum' ve 'Soğan' adında şarkılar yazdım! (Dünyada bir soğana klip çeken ilk kişiyimdir muhtemelen!)  'Baban da ilk bestesini 40ından sonra yaptı!' demişti annem. Sanki bir bayrak devralmış gibi, her gün farklı akorları farklı sebzeler ve hayvanlarla birleştirerek şarkılar yapma aşkına düştüm. Bu çocuk şarkılarını yapmaya çalışmak kulağımı ve armonimi geliştirdi. Klasik piyano eğitimim hep ezbere ve tekniğe dayalıyken, 
artık işin matematiğini de öğrenmeye başlamıştım. 'Demek isteyince beste yapabiliyormuşum!' diye diye AyşeCan için, aşk için, umut, insan, düzen ve evliliği iyi gitmeyen kuzenim için de şiirler yazıp bestelemeye başladım. Bir yandan okulda permakültür öğretiyor, bir yandan mısraların, akorların içinde takla atıyordum! Boşandıktan sonra çocukla (hesapta yokken) yalnız kalan kadınlar bilirler; önce büyük, devasa bir boşluk olur içinde; karabatak gibi dibi boylarsın, sonra yavaş yavaş kuğu gibi su üstüne çıkar, kendinle yeniden tanışırsın. Tek başına da becerebildiğin pek çok şey olduğunu fark edersin ve bir reanimasyon yaşarsın. Yani patlayan araba lastiğimi yine tek başıma değiştiremedim ama 'yanımda müzisyen bir eş olmadan da müzik yapabilirim' farkındalığı benim için önemli bir eşik oldu. 

15 Temmuz darbe girişimi yaşandığı sıralarda bu beste yapma furyası içinde kendi mutlu iktidarımı yaşıyordum. Bir gün yıllardır duymadığım eski bir dost, Uli Geissendoerfer, haberlerde Türkiye'deki kaosu görünce bana mesaj atıp iyi olup olmadığımı sordu. Ben de ona 'Ben iyiyim, beste yapıyorum!' dedim. Bu saçma muhabbet dün gibi aklımda. Saçma maçma, ama hayatımın arka arkaya açılan kapılarından biri oldu yine...

Las Vegas'ta yaşayan Alman asıllı müzisyen, piyanist ve prodüktör olan Uli, 'Gönder bakayım şu bestelerini, nasılmış!?' dedi. Birini gönderdim. Sabah tostumu yerken e-postama düşen bir dosya beni benden aldı! Uli, bir gece içinde o besteye bir aranjman yapmış ve onu başka bir seviyeye taşımıştı! Bir başka şarkımı daha gönderdim; ertesi gün hayalini kuramayacağım bir piyano solo vardı şarkının orta yerinde. Aynı şey her şarkım için gerçekleşti. Uli bir yeteneğim olduğunu, bulduğum melodilerin sanki bir müzikalin parçaları gibi olduğunu söylüyordu. 10 şarkı elle tutulur bir hal alınca bunları bir albümde toparlayıp çıkarmak için İndigogo platformundan sponsor arayışına girdim. 

Şarkılardan birisi olan 'Mış Gibi' Doğan Abi'me aitti. Babam ve ablamla evde müzikle piştikten sonra ilk defa Doğan Canku'nun sahnesinde seyirci önüne çıkmıştım. 
20li yaşların başındaydım, ODTÜ'nin konser salonundaydık ve kabasa çalarken ritm kaçırmamak için stresten avuçlarım terliyordu. Doğan abi o gün bugündür müzikal olarak pek çok şey öğrendiğim, ailece görüştüğümüz, sevdiğim saydığım biricik bir akrabam gibi oldu. O yüzden 'istemeyenin bir yüzü kara' cesaretiyle albümüm için bir beste istedim ondan.  Arthur Rimbaud'nun bir şiirini bestelemeyi kabul etti! Bu şiiri Türkçeye kazandıran da Orhan Veli Kanık'tı! Her şey bir rüyada gelişiyordu benim için...


Indigogo ile bana destek olan akrabalarım, 
arkadaşlarım sayesinde bir takım masrafların üstesinden geldim ama türlü türlü sebeplerden albüm bir türlü piyasaya çıkamadı! Bir proje daha suya düştü boğuldu diye çok üzüldüm o dönemde. Sanki evren kapı değil portal açmıştı ama ben gerisin geri odama popo üzeri düşmüştüm. Artık böyle düşünmeyi bıraktım; bardağın dolu tarafında anlatılacak hikâyeler bakıyorum...

Albüm hiç de sıradan bir albüm olmayacaktı çünkü albüm olarak çıkarmayacaktım! Charlie'nin doğayla dost turnelerini görünce, seyircinin pedal çevirmesiyle dolan bir aküyle çalışan ses sistemini filan seyredince ben de kendi çapımda bir fark yaratmak istedim. Aklıma ilk gelen şey CD çıkarmamak oldu! Çünkü bir CD'nin doğada ayrışması yaklaşık 500 yılı*
4 buluyormuş. 'Doğada çözmeyelim, geri dönüştürelim' dersen de maliyeti korkunç işlemler lazımmış ki onları yapabilen sistemler de sadece birkaç ülkede mevcutmuş. Meğer müzik endüstrisi dev atık potansiyeline ve karbon ayak izine sahip, doğanın omzunda bir kamburmuş. 'O zaman ben de kitap çıkarır, müzikleri içine barkodla koyarım! diye süper bir fikir buldum ki 10 yıl önce yeni sayılırdı bu uygulama. Demokraside çareler, Ebru'da fikirler bitmezdi. Kitap-albümümün dağıtımının bile doğayla barışık olması için bisiklet-kuryeyle anlaştım! Bana telefonu açan bisiklet-kurye yetkilisi öyle tatlı biriydi ki -keşke adını hatırlayıp buraya yazabilsem -böyle güzel bir amaç için memnuniyetle yardımcı olacaklarını, dağıtım için 6 ilde ellerinden geleni yapacaklarını hatta bazı sponsorlar bile bulabileceklerini söylemişlerdi. Bu kitap için yeniden onlarla temasa geçeceğim; BİSKUR*5 hem ekonomik, hem mazot kullanmıyor hem de sporcu dinamik ekip arkadaşları kendi sağlıkları için pedal çevirirken insanları da buna teşvik ediyorlar. 

'Doğanın Kitabı' olarak isimlendirdiğim bu kitap çok değerli bir buluştu benim için, belki görücüye çıksaydı görenler için de değerli olacaktı çünkü salt müziğimi paylaşmaktan ziyade pozitif bir şeyler transfer etme isteğim vardı insanlara; 'Bakın nasıl da polar ayılar evsiz kalıyor, çöl olduk, zehir soluyoruz, kanser arttı, orman bitti, susuzluktan savaşa gireceğiz (tabi eğer zombiler önce bizi yemezse)' gibi haberlerin karşı penceresinde ufak bir pembe bulut olmak istiyordum. Şu an, şuracıkta, elimizden gelenle ne yapabiliriz de ufacık bir kelebekle etki zinciri oluşturabiliriz diye uğraşacaktım. Bunu bahçelerde çocuklarla çok güzel yapıyordum; bu eko-müzik projesi de büyüklerle temas kuracaktı. Üretimiyle, basımıyla, dağıtılmasıyla, dinletisiyle ekolojik olacak ve insanlara fikirler verecekti. Çocuk

kitapları ilüstratörü Brenna Quinlan'ı izledim geçen hafta bir festival yayınında. Artık sanatını umut dolu mesajlar vermek için icra ettiğini söylüyordu. Bilgiyi insanlara aktarmak, insanları farklı biçimlerde harekete geçirmek için sanatın eşsiz bir köprü olduğundan bahsediyor, 'Bilgi sadece bilgidir ama sanatçı ruhtur, kalptir, kahkahadır, hatıralardır, yeni anlayış biçimleridir.' diyordu. Brenna'nın bu sözleri benim kafamdakilerle bire bir örtüşüyor. Sanat kalbe giden kestirme bir yol gibi ve bu yolda hep umut ışıkları yakmak lazım;  Müziğinle, şiirinle ya da resminle heyecanlanan, çağrına tepki veren, 'ben de bir şey yapayım, ne yapayım?' diyen pek çok insan çıkacaktır... Yıllar önce ön-mayaladığım bu dileklerimi bu kitabın hamuruna aktarıyorum...

Kapılar kapanır, kapılar açılır... Bir gün İstanbul Permakültür Kolektifi kurucularından Dilek (Yalçın) aradı beni. 'Sürdürülebilir Yaşam Film Festivalinde şarkı söylemek ister misin?' dedi. Şarkı söylemek için daha anlamlı bir sahne düşünemezdim! Tam benim meseleler konuşulacaktı, seyredilecekti ve işte tam yerimi bulmuştum! Hemen hazırlanmaya başladım. Canım İlker ve iki arkadaşım (Murat, Özgür) daha 4 olduk, güzel olduk! Festivale yakışır birkaç da şakı seçtik, provalara başladık. 

Aklıma 'Charlie ile bir düet yapsam ne güzel olurdu!' diye bir fikir geldi! Tabi çocuk Avustralya'da... Derhal ona e-posta yazdım. Kendimi tanıttım, film festivalinde onu projektörle ekrana yansıtarak kendi şarkısı Yield'da düet yapmak istediğimi söyledim. Geri dönüşü olumluydu! 'Yoğunum, işim var, turnem var' da diyebilirdi; sonuçta parasız, angarya bir iş! Ama demedi! Charlie kamerayı karşısına koydu ve benim söyleyeceğim kısımları vokalsiz bırakarak tüm şarkıyı çalıp söyleyip bana gönderdi. Ben de  bu görüntünün bazı yerlerine bereketle, bollukla ilgili şarkı sözlerine uygun kareler ekledim ve konser günü nefis bir gösteri oldu! Charlie son ki üç dört dediğinde bizim müzisyenler de müziğe girdi ve şarkıyı Charlie'nin ukulelesiyle beraber çaldık. AyşeCan da sahneye fırladı, bacağıma belime dolandı, dans etti, çok tatlı oldu. Şarkının son mısralarını da Türkçeye çevirerek söyledim ve coşkulu bir alkış ile konseri bitirdik. Tam hayalimdeki tablonun içindeydim. Konserden sonra tohum koleksiyonumdan küçük paketler dağıttım insanlara, tek tek haftalar öncesi köklendirdiğim aloe vera fideleri hediye ettim, annemle boyayıp sebze isimleri yazdığımız çubuklar verdim... Maharetli kuzenim Eda kocaman dalları makrame ve renkli iplerle örüp sahne dekoru yapmıştı- ben tohumlarla uğraşırken birisi o dalları da hediye sanıp alıp gitmiş- çok üzülmüştüm ama sağ olsun! Neyse Charlie konser videosunu çok beğendiğini söyledi, ilk tanışmamız bu şekilde tatlı bir anı oldu. Bu satırları yazdığım sıralarda, yani Ağustos 2025'te Charlie ve kız arkadaşı Brenna Marmaris'e bizi ziyarete gelecekler. Onlarla yüz yüze tanışmak için sabırsızlanıyorum. Pek çok şey konuşacağız, bahçelerde dünyaları kurtaracağız ve dünyanın bir ucundan gelen bu değerli konuklardan öğrendiklerimi size yazacağım... (Buna yetişmezse ikinci kitabımda...)

Charlie'nin bizim evimize ziyarete geliyor olmasının kamera arkası aslında tam bu yazımın göbeğine yerleştirilecek bir şey. O yüzden geçmişten bir süre günümüze zıplıyorum ve anlatıyorum... O festivalde sanal olarak Charlie'yle beraber şarkı söylememden sonra 10 yıl hiç bağlantı kurmadım, instagram beğendi'lerini saymazsak. Bir bahar sabahında e-posta kutuma bir posta düştü. FoVeg (kocaman ismi böyle kısaltıyorlar) grubu 3 aylık bir Avrupa turnesine çıkıyordu. İnanılmaz yoğun, her gün bir yerde çalmalı bir turneydi bu ve Charlie bir mesaj iliştirmişti ilana: 'Eğer bu yolculuğumuz sırasında bize destek olabileceğiniz bir konu-olanak-herhangi bir süper gücünüz varsa lütfen haber verin!' (Çocuğun bu nüktedan dili ve içtenliği insanın içini ısıtmıyor mu!) Bahsettiği destek şöyle bir şeylerdi: bir yerden bir yere ulaşımlarını sağlamak, konaklama imkanı, tanıdık bir gazeteci arkadaş varsa bir röportaj ayarlanması, sosyal medyada heyecanlı hikayelerini anlatabilecek bir halkla ilişkiler kişisiyle iletişime geçilmesi, festival sırasında kitap, kupa, posterlerini satacak bir gönüllü bulunması... 

Şimdi bu, ne kadar güzel, samimi ve sistem dışı bir şey farkında mısınız bilmiyorum. Bu işlerin hepsi günümüz kapital sisteminde birer kişi ya da kişiler tarafından büyük paralar ile yapılıyor, büyük büyük aranjmanlar gerekiyor, tabiri caizse hepsi birer 'masraf kalemi' bunların. İşte Charlie ve grubunun, Avrupa'yı müzikleriyle coşturup hoplatırken insanlara (şahsen bana) verdikleri mesaj şu: Bir başka yaşam sistemi mümkün! Bir başka deyişle: 'Her şey para değil!' Bir sonraki bölümde anlatacağım Dedetepe kursunda Anday Ataman diye bir arkadaşla tanışmıştım. Ben yapmak istediğim ve para olmadığı için yapamadığım şeylerden yakınırken bana: 'Sistemin tıkanıklığını sistemin anahtarı ile açamazsın' gibi bir şey demişti. O zaman hiçbir şey anlamamıştım ama şimdi her şey gayet berrak; Charlie ve grubunun yaptığı çağrı tam da bunu anlatıyor. Paramız yoksa köşeye sıkıştığımızı, kitlendiğimizi, hayallerimize ulaşamadan u-dönüşü yapmamız gerektiğini hissetmeye meyilliyiz. 'Cam tavana' çarpıyor kafamız, hani David Schwarts'ın 69 yılında yaptığı pire deneyindeki gibi. 

Cam Tavan Sendromunu Yılmaz Özdil'in bir yazısından*7 öğrendim. Onun kalemiyle aktarmak isterim: 'Pireleri 20 cm. derinliğinde bir fanusun içine koyarlar, fanusun üstünü cam ile örterler. Alttan ısıtırlar... Pireler giderek artan sıcaklıktan rahatsız olur, o ortamdan kurtulmak için dışarı doğru zıplar. Ama her zıplayışta kafalarını fanusun tavanındaki cama çarparak yere düşerler. Tekrar zıplarlar; nafile, yine çarparlar. Cam engel görünmez olduğu için, kendilerini neyin engellediğini bir türlü kavrayamazlar. Böylece, zihinlerinde bir 'özgürlük sınırı' oluşur. İşte bu sınır oluştuğu anda, deneyin ikinci aşamasına geçilir. Fanusun tavanındaki camı kaldırılır. Artık engel yoktur. Ortam yine ısıtılır. Hayret verici şekilde görülür ki pireler en fazla 20 cm zıplıyor! Daha yükseğe zıplama imkanları varken fanustan dışarı sıçrayıp özgür olma imkanları varken, kafayı çarpmamak için buna cesaret edemezler. Çünkü artık 'görünmez engel' zihinlerindedir; 'yapamayız, kurtulamayız, hiç boşuna denemeyelim' diye düşünürler.' 

Yapay zekayla donattık hayatlarımızı ama kendi zekamızı, potansiyelimizi 'öğrenilmiş çaresizliğe' kitledik. Bir kere Hz Ali ta 7. yüzyılda ipucu vermiş: 'Derdin kendindendir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun. Koskoca alem içinde yerleştirilmiş, sen hala kendini küçük mü sanıyorsun?' Ne devrimler yapıldı, küçük olmadığımıza inanmamız için, bizi 'küçük' hissettiren sistemleri kırmak için, niceleri de yapılıyor, yapılacak. Pink Floyd standartlaşmış eğitim sistemi içinde durmamızı sağlayan 'öğrenilmiş çaresizliğe' atıfta bulunmuştu, ta 1979'da: 'Sonuçta sen de duvardaki bir başka tuğlasın!', 'Eğitime ihtiyacımız yok! Düşünce kontrolüne ihtiyacımız yok!*8 (Ah AyşeCan'ın 13 yıllık eğitim hayatında neler yaşadım bir yazsam; traji-komik, melodramatik, fantastik, absürd bir kitap çıkar!) Standart eğitim sistemine alternatifler var artık, dünyayı gezmek için parasız yollar var, bir üretimine sponsor bulmak için 'kredi almaktan' başka seçenekler var. 

O kadar koşullandık ki kapital sistemin çift camlı tavanı olduğuna, paramız yoksa cebimizde, kafamızı uzatmaya bile korkuyoruz olasılıklar dünyasına. 'Permakültür, bahçecilik kisvesi altında gizlenmiş bir devrimdir' demişti Mike Feingold*9. Charlie de diyor ki fanlarına gönderdiği mektubun sonunda: 'Bunu viral  fungal olarak yayalım mı?' Evet Charlie, hadi yayalım! Toprak altındaki muazzam miselyum ağı gibi bağlanalım birbirimizle... Yer altından miselyumla, üstünden de titreşimle bağlanalım birbirimize. 'Evren titreşimle oluştu ve dolayısıyla insanın her atomu bu titreşimi içinde taşıyor' demişti ya Inhayat Khan.. Bu görünmez ağlardan daha güçlü bir bağ olabilir mi insanla insan, insanla evren arasında?

Bakın, uzun uzun yazdığım sözleri bir anılar geçidi programı olarak düşünmeyin. Evrenle, insanla (bilmeden) kurduğum ilişkiler sonucunda arka arkaya açılan kapılardan bahsediyorum... İlham olsun diye, size fikir versin diye yazıyorum... Ben de 'bazen yazdıklarımdan çok şey öğreniyorum'; Levi Strauss'un dediği gibi! 

Açıl kapım açıl... Bir gün Momo diye bir anaokulunda çalışmak isteğiyle iş görüşmesine gittim. Okulun sahibi değerli uzman psikolog Iraz Toros Suman ile, tam kafama göre bir okul bahçesi içinde tatlı tatlı konuştuk... Konuşmamızın bir yerinde ben 'Ukulele diye sempatik bir enstrüman var, bir gün onu alacağım ve bahçede çocuklara müzik yapacağım' demiştim. Bunu Iraz duydu, evren duydu, sonra Iraz'ın eşi Turgut duymuş ve bana işe alındığımın ilk günü nefis bir ukulele hediye etti! Hiç unutamadığım ve hayatımı değiştiren hediyelerdendir! Artık benim de bir ukulelem vardı; ben sesine, parmaklarım perdelerine hayran kalmıştık! Küçük elli olmaktan mütevellit bare basmakta zorlanmıyordum gitardaki gibi! Benim parmaklarım ve kucağım için yapılmış gibiydi! Turgut Suman'ın hediye ettiği ukulele ile şarkılarımı akapella söylemek zorunluluğum kalktı. Hemen çalmayı öğrenmeye başladım; önce Erkin Soylu'dan, sonra youtube'dan...


Artık bir kedi gibi kucağımdan düşmedi canım ukulelem... Ve olasılıklar evreni genişledi, teklifler gelmeye başladı. İlker'le çeşitli okullarda, cafelerde, müzikli mekanlarında çaldık, yeni müzisyenlerle tanıştık. Jingle yapmaya devam ettim. Kendi enstrümanın olunca kendi sesine eşlik edebiliyorsun self-servis; büyük özgürlük bu! Jingle'lardan bir tanesi 'Fırınımdan Ekmekler' idi. Sonradan iyi bir dosta dönüşecek olan Murat Demirtaş ile, zehirsiz, şifalı ekmeğimi ararken tanışmıştım. Ve işte tüm bu müzikal yolculuk sırasında bir durakta onun ekmeği için, tamamen içimden geldiği için bir jingle yaptım. Çok duygulandı Murat, paylaştı şarkımı miselyum ağında(!) İlişkiler ağım genişledi.. Eda Yapanar'la tanıştım, o beni organikçi, buğdaycı, eğitimci, müzisyen birileriyle bağladı, sürekli beni kolladı, arkamdan zarifçe itti canım benim. Bu arada başka çocuk şarkıları yazdım. Küçük Orman Anaokulu için yaptığım şarkı çocuklar tarafından her Pazartesi çılgınca söylendi! Gökhan'la beraber sevinçten tüylerimiz kalkıyordu her seferinde!

Kartvizit yaptım sonra kendime. (Annecim bak bu kartı yapmayı da mastırda öğrendim, boşa gitmedi yani hiç üzülme!) Bir yüzünde 'Ebru Berker, çocuk bahçeleri tasarımcısı', bir yüzünde de 'Ebru Berker, çocuk şarkıları bestecisi' yazıyordu. Çok aptalca bir şeydi, sanki gerçeklerimin değil hayallerimin kartvizitiydi. Ama 
Picasso demiş ya: 'Bir fikirle başlıyorum, sonra o başka bir şeye dönüşüyor.'... Tam olarak bu oldu! Mavi Gezegen bahçesinde çocukları beklerken bir telefon geldi. 'Alo?' dedim, öbür taraftan sıcacık bir ses geldi: 'Merhaba Ebru ben Judith Malika Liberman!'... Telefon şakası sandım önce, olur ya, ünlü kişilikler seni kaç kere arar böyle sıradan bir günün sıradan bir anında? Hani o muhteşem masal anlatan, anlatmayı öğreten, yazan, hayat dolu kadın var ya, hani bende iki kitabı da başucumda ya, işte o, telefonun öbür ucunda bana sesleniyordu! İlk şoku atlattım, ikincisi geldi; Judith benim kartvizitimi görmüş ve 'çok tatli' bulmuştu o tatlı Fransız aksanıyla. Bunu, permakültürü, çocukları ve müziği konuşmak

için beni NTV'deki radyo programı 'Masal bu ya!' ya çağırıyordu! Yani ben instagramda onun her yayınladığını okuyup gülümserken, cümlelerini defterlerime kopyalarken meğer o da beni takip ediyormuş da bu kartvizit tanışmamıza vesile olacakmış! 

'Yapana kadar 'mış' gibi yapın!' der sevdiğim bir yazar, Austin Kleon. Örnek olarak da Patti Smith' ten bahseder. Sonradan dünya çapında olacak olan müzisyen Patti Smith, arkadaşı fotoğrafçı Robert Mapplethorpe ile sanatçı olmak hayaliyle New York'a gelirler. Bohem çingene kıyafetlerini giyip herkesin takıldığı Washington Square Parkı'na giderler. Yaşlı bir çift onlara uzun uzun bakmaktadır. Kadın kocasına der ki: 'Resimlerini çeksene, sanırım sanatçılar!' Kocası ise 'Hadi canım, onlar sadece çocuk!' cevabını verir. Bu cevap Patti Smith'in 30 yıl sonra yazacağı anılar kitabı 'Çoluk Çocuk'*a adını vermiş olur. 

Kitabı ben de okudum ama bu yaşananı Austin Kleon gözünden görmemiştim. Sanatçı olmak isteyen çoluk çocuklardı aslına bakarsanız ama dünyaya verdikleri kadrajda onlar çoktan sanatçıydı! Kartvizitimi hazırlayarak ben de 'mış' gibi yapmışım bilmeden! Yani 'çocuk şarkıları bestesi' ya da 'çocuk bahçeleri tasarımı' yaparak hayatımı kazanmıyordum ama öyle olsa ne güzel olurdu diye quantum boyu bir iç çekişim, evren tarafından 'gerçeklik' olarak yansıtıldı. Radyo programını şu cümlelerle açtı Judith:  'Ne kadar değişik ve modern bir mesleğe sahipsin Ebru; aslında eski meslekler kalmadı, hepimiz kendi yolumuzu çiziyoruz, sevdiğimiz şeyleri bir araya getirerek yeni yollar çiziyoruz... Böyle bir kartvizite sahip bir tek sen olabilirsin!'*11 Dilek esanslı bir espri, gerçek bir 'titr' olmuş çıkmıştı. Yarından itibaren birileri 'tavuklarla ilgili şarkı lazım, yapabilir misin?' filan diye beni arayabilecekti! 
 
Dostlarım, ve bu kitabı büyüyünce okuyacak olan Ayşe'm, Can'ım; hayal kurmak, istemek, adım atmak, inanmak, kim ne der'ci olmamak, sevdiğini bulmak ve 'mış' gibi yapmak gerçekten mucizeler yaratabiliyor. Kişisel gelişim kitabı gibi konuşmak istemiyorum ama ne yapayım hayatımda olup bitenler tam da bu minvalde! Birkaç doz daha motivasyon hikayesi yazacağım size... Sonra kitap kendini bitirecek bir şekilde; pandemiyle, taşınmayla, 'her şerde bir hayır' kafasıyla ve illâ ki yeni hayallerle, projelerle...


CCSU: Central Connecticut State University


 **Follow your bliss and don't be afraid, doors will open where you didn't know they were going to be.”
― Joseph Campbell 

*** Formidable Vegetable Sound System: Muhteşem Sebze Ses Sistemi 

*4 Permakültüre Giriş, 3. Bölüm, Örüntü Anlayışı

*5 BİSKUR : https://biskur.com/#

Buğday Dergisinde Biskur'la röportaj: https://www.bugday.org/blog/iyi-seyler-yapan-guzel-insanlar-biskur-bisiklet-kurye/

*6: cd mi, plak mı, yoksa digital platformlardan şarkı indirmek mi daha iyi doğa için?https://monotypepressing.com/the-environmental-impact-of-physical-music-formats-and-streaming/#:~:text=CDs%20themselves%20are%20not%20easily,can%20take%20centuries%20to%20decompose.

*7: Cam Tavan: https://www.sozcu.com.tr/cam-tavan-p192815 

*8: 'All in all you're just another brick in the wall' 'We don't need no education, we don't need no thought control' (Another Brick in the Wall/Pink Floyd)

*9: “Permaculture is revolution disguised as gardening” - Mike Feingold, İngiltere'nin sürdürülebilir ve deneysel bahçecilik alanında önde gelen aktivistlerinden biridir.

*10 Just Kids -Patti Smith 2010

*11 Judith'in 'Masal Bu Ya' isimli radyo programının vereceğim linkine basıp, 18.Kasım.2018'e giderseniz benimle yaptığı sohbeti dinleyebilirsiniz: https://www.ntvradyo.com.tr/program/masal-bu-ya/474

4 Haziran 2025 Çarşamba

15. Permakültüre Giriş

Arkadaşım Deniz'in bahsettiği Geoff Lawton'ın permakültür tasarım kursunu buldum ve onu bitirerek süper kahraman pasaportu kazandım! (Bu espri, gördüğüm bir bahçe tabelasından aklıma geldi. 'Ben bahçıvanım. Senin süper gücün ne?'* diyor tabelada. Yani toprağa boncuk gibi bir şey gömmek ve ondan bir domates ya da ağaç geri almak hiç de mantıklı değil bakarsanız; gerçi tohum her şeyi kendi yapıyor ama olsun, topraktan bir ürün alabilmek benim gözümde süper güç, alabilen de süper kahraman! 

Permakültür tasarım sertifikamı aldığım gün koşa koşa anneme gittim. Annem: 'Ne oldun şimdi, bahçıvan mı?' dedi! 'O da işin içinde var ama çok daha kapsamlı bir şey!' dedim biraz buruk. 

Annemin sorusundaki diken bahçıvan olup olmamamla ilgili değildi; yoksa kendisi de güllerin, nanelerin, mis kokulu limonların kraliçesidir ama kızı Boğaziçi'nde İngilizce Öğretmenliği okuduktan, Amerika'da Eğitim Teknolojisi Mastırı yaptıktan sonra garsonluktan tut şarkıcılığa kadar pek çok çiçekten bal topladığı için biraz şaşkına dönmüştü. Yine de güzel annem 'eğitim eğitimdir' dedi ve Avustralya'dan aldığım içi kocaman bu çevrimiçi kursun sponsorluğunu üstlendi. Onun ve ablamın sayesinde Mavi Gezegen'den yeşil gezegenlere kamikaze gibi dalmış oldum! İkisi de benim biricik kitap ve kurs sponsorlarımdır. Ellerinden gıdıklarından ne kadar öpsem az gelir!


'Permakültür nedir? diye Google'a sorarsanız gökte yıldız kadar tanım çıkar ama kursu aldığım sıralarda 'biri sorarsa' diye ezberlediğim şöyle kısa bir cümle paylaşayım: 'Permakültür, sürdürülebilir yaşam alanları kurmamızı sağlayan bir tasarım bilimidir.' Böyle tanımlar fazla soyut geliyor insana ilk temasta ama permakültürü öğrendikçe, öğrendiğini uyguladıkça, uyguladığının çalıştığını gördükçe bu soyutluk elle tutulur olmaya başlıyor, sonra da yavaş yavaş bir düşünce ve yaşayış biçimine dönüşüyor. 'Yararlı bir bakteridir permakültür!' desem yeridir; seninle beraber tüm yaşam alanının ilişkilerini düzenliyor ve bağışıklığını yükseltiyor çünkü!

Ben çocukken ablam ODTÜ Endüstriyel Tasarım Bölümünde okuyordu. Onun odasındaki dev yamuk masayı, kocaman şeffaf kağıtları, şekil şekil cetvelleri çok havalı bulurdum. Mucitti benim ablam ya! Ütü, müzik enstrümanı, satranç takımı, mobilya ve başka bir sürü şey tasarlamıştı acayip acayip. Permakültür kursundan sonra bir tasarımcı sertifikası aldığım için havalara uçmuştum! Sonunda ben de ablam gibi tasarımcı olmuş muydum!? Tabi ki hayır ama yaşam alanımın sürdürülebilir olması için uğraşırken, tüm canlıların hayrına olan şeyleri yapmak için gerekli bilgileri öğrenirken ve bunları bir plan çerçevesinde aydınger kağıdına geçirirken resmen bir tasarımcı gibi hissediyor insan. Yeni bir icat yapmıyorsun (ki istersen yap, sana kalmış) ama yaşadığın evin önünü, arkasını, içini, bahçesini, balkonunu, alt yapısını tasarlıyorsun, her ünitenin birbiriyle arasındaki bağlantıları düzenliyorsun. Böyle bütüncül düşünmek ve plan yapmak başta çok zor geliyor ama alışıyorsun. Eğer üç birim zamanın varsa, iki birimi tasarım yapmaya, bir bölümü de onu uygulamaya ayırman gerektiğini öğreniyorsun. Ben hep paldır küldür işe koyulan, planlama aşamasından sıkılan biri olarak pek çok kez her şeyi baştan yapmak zorunda kalmışımdır. ‘Hâlâ da kalıyorum’ demek istemezdim ama maalesef, bile bile hâlâ lades! Eskiden zor geldiği içindi şimdi ise plan yapmaya gerekmeyecek kadar her şeyi bildiğimi düşündüğüm için! (Bakınız resimdeki minik Ayşe de nasıl keyif alıyor tasarımcı çıraklığından!)


'Tüm canlıların hayrına olan şeyler' dedim ya, çoğumuz zaten bu mayada insanlarız ama p
ermakültür öğrendiğinde başka bir pencere daha açılıyor kafanda; tavanda bir vasistas gibi. İyilikleri daha bilimsel, daha spesifik, daha fazla işe yarar ve sürdürülebilir yapabiliyorsun o zaman, çünkü doğanın işleyişini daha detaylı öğreniyorsun. Kendini bu dünyanın en zeki varlığı olarak görüp tüm canlılara tepeden bakarken, permakültürle ilgilendikçe zincirin sadece bir halkası olduğunu idrak ediyorsun. (Hatta bir halka bile olmadığımız söyleniyor; biz yok olursak dünya öylece, hatta daha da memnun bir şekilde yaşamına devam edecekmiş!) 'Tepeden bakmak' derken ukalaca bir tavırdan bahsetmiyorum; içine doğduğumuz, kanıksadığımız yaşam biçimimizden bahsediyorum; çoğunlukla farkında olmadan yaptığımız şeylerden... Örneğin yetiştirdiğimiz bir ürünü yiyor diye bir böceğe zehir sıkmak, sırf korktuğumuz için örümcekleri öldürmek vs. Korkuyoruz, 
bize zarar verebilir, çoğalır diye, hatta sırf sevmediğimiz, iğrendiğimiz için hiç tereddütsüz canlıları yok edebiliyoruz. Bu da bir nevi 'tepeden bakma' değil midir? (Tüm gece kanımızı emip bizi uykusuz ve sinirli bırakan sivrisinekler şu anki yaşam üçgenimin tepesine taht kurmuş hepimize tepeden bakıyorlar. Onlara karşı olan hislerimi permakültür bile değiştiremedi henüz; bir aydınlanma yaşarsam bir sonraki kitapta anlatırım)


Ünlü Fransız antropolog C. Levi Strauss'un bir röportajını izlemiştim. 'İnsan şunu öğrenmeli...' diyordu. 'Eğer insan saygıdeğerse, bunun sebebi öncelikle insan olması değil, yaşayan bir varlık olmasıdır. Böylece tüm varlıklar da aynı saygıyı hak eder.' İşte permakültür okuduğunda kafanda 'Neye göre yararlı neye göre zararlı?' sorusu parlıyor. Ürününe gelen 'zararlı' böcek olmazsa, onu yemeye bayılan 'yararlı' böcekleri de göremezsin etrafta. O yararlı böcekleri de yiyen başka büyük böcekler var ki onlar da kuşların en sevdiği ve yavrularını beslediği böcekler. E kuşlar ötsün şakısın, daldan pencerene konsun istiyorsan o 'zararlı' dediğin böceklere zehir sıkmayacaksın o zaman! ‘Toprağa özen göstermek, insana özen göstermek, adil şekilde üretmek ve paylaşmak’ diye 3 temele dayana bir etiği var permakültürün ve bu etiğe uygun şeyler yaptığında zaten insan merkezci** bir üçgenin tepesinden iniyor, evren merkezci çemberin içine giriyorsun. 

Yaşam alanım hayrına yapmayı öğrendiğim ilk şeylerden biri 'toprağı canlandırmak' oldu. Eskiden çiçek veya sebze fidesi dikeceğim zaman, saksımdaki kuru toprağı, üzerindeki kuru bitkilerle beraber poşete toparlar çöpe atardım ve yeni bitkileri, satın aldığım yeni toprağa dikerdim. Toprağın altın değerinde olduğunu ilk defa permakültür okuyunca öğrendim. Baktığım göğün üzerinde göremediğim ne çok galaksi varsa, bastığım yerin altında da bir o kadarı varmış, şaka yapmıyorum; 'bir avuç sağlıklı toprağın içinde mineral bileşenler hariç trilyonlarca bakteri, on binlerce nematod ve protozoa, kilometrelerce uzunlukta mantar ağı'*** bulunuyormuş. Kurusa da, sertleşse de o galaktik yapıyı çöpe yollamakla çok ayıp ediyormuşum. Onu canlandırmanın, yeniden hayata döndürmenin pek çok yolu varmış ve bunu 50cm. küp bir saksıda da yapabiliyormuşsun, 5 dönüm bir arazide de (ki onun adı artık ‘onarıcı tarım’*** oluyor ve alınası kurslar listemde top 10’da kendisi)…

Anlatacak ve öğrenecek o kadar çok şey var ki! Permakültürle biraz ilgisi olan bir misafir gelse onu esir alıyorum, bahçemi gösteriyorum, benden daha bilgiliyse soru yağmuruna tutuyorum. Ama bu kitapta amacım size fikir, ilham, heves bulaştırmak; işin detayını, bilimselliğini zaten üstatlar yazmış. Bir yerden başlamak isterseniz araştırmaya, Türkçeye çevrilmiş kitaplar arasından Bill Mollison ve David Holmgren’in yazdıklarından başlayabilirsiniz; onlar 1970’lerde bir tasarım sistemi olarak permakültürü geliştiren kişiler. Bunlar dışında kaynak kitaplar, videolar, bloglar, makaleler, podcast’ler bol! Kurs almak isterseniz, çevreye ve dünyamıza olumlu bir etki yaratma isteği haricinde hiçbir ön koşul olmadığını biliniz. İster yüz yüze ister çevrimiçi çalışabileceğiniz pek çok eğitmen var artık.  Permakültür Araştırma EnstitüsüİstanbulPermakültür Kollektifi ve Permakültür Platformu da takibe alınacak ilk üç oluşum. 

Mavi Gezegen'de Permakültür


Permakültür kursunu bitirdikten sonra eğer sertifika almak istiyorsan bir proje yapman gerekiyor. Bu projede istediğin bir yaşam alanını seçiyorsun -ki bu bir balkon da olabilir, bir bahçe ya da bir arazi de – ve onu öğrendiğin permakültür prensipleriyle yeniden düzenliyorsun. Günümün büyük bölümü Mavi Gezegen’de geçtiği için ben onun bahçesini projelendirmeyi seçmiştim. Belki tasarımı uygulayabilirsem Mavi Gezegen'in bahçesi için de hayırlı bir şey olur diye düşünmüştüm. Pek öyle olmadı; fikirlerim Mavi Gezegen tarafından maliyetli ve uçuk bulundu ki nedenini gayet iyi anlıyorum; mutfaktan bahçeye teleferikle atık su indirmek, yokuş aşağı beton yola ray döşeyip oradan inip çıkan vasıtalardan enerji elde etmek gibi şeyler belki bir anaokulu değil tema parkı için tasarlansaydı, garip karşılanmazdı. Oysa Ghandi'nin bir sözü vardır: 'Her şey, gerçekleştirilene kadar imkânsız gözükür.' 

Neyse ki Geoff hoca projeyi beğendi ve yıldızlı pekiyi ile sertifikamı kazandım! Bir yıl sonra Çanakkale'de katıldığım bir Permakültür Uygulama kursunda ise beni gülümseten beklenmedik bir şey oldu. Doğal bahçesi olan ünlü bir okulun yetkilisi yanıma gelerek bir sunumda bahsettiğim Mavi Gezegen projemi çok beğendiğini ve bu fikirleri kendi okulunda uygulayıp uygulayamayacağımı sordu.  Hiç beklemezken Oscar alan bir aktris gibi şaşırıp kaldım! Demek ki fikirlerinin benimsenmemesi onların iyi olmadığı anlamına gelmiyor. Zamanı değildir, yeri değildir, fikrine küsmemek lazım. 

Şu teleferik önerim hiç de uçuk kaçık gelmemişti bana aslında. Bahçede sulama kaynağı
yoktu ve şebeke suyunu ya da kuyu suyunu kullanmak en son tercih olmalıydı yeni öğrendiğim kadarıyla. Bir gün aşçımızı,
 bahçeden yüksekte olan mutfağın balkonunda gördüm ve fikir o an geldi. Her gün kilolarca meyve - sebze yıkayan aşçımız o suyu lavabodan gidere göndermek yerine biriktirecek ve
fırsat buldukça balkondan teleferiğe asıp aşağıya bahçeye yollayacaktı. Bu suya 'gri su' dendiğini öğrenmiştim. Tuvaletlerden gelen hariç bütün evsel atık suları ifade ediyordu ve fazla patojen içermediğinden bahçe sulamak için memnuniyetle kullanılabilirdi. Bahçede ektiklerimizi bu suyla suladıktan sonra boşalan bidonları bir çıkrık çevirerek geri yukarı paslayacaktık. Çocuklar için sportif ve eğlenceli bulunacak bu faaliyet hem bahçeye suyu getirecek hem de su faturasına bir şey yansıtmayacaktı! Tarihteki ilk teleferik aslında havadan giden basit kablolu bir yol demekmiş. İnsan ulaşımı için değil, bir araziden değirmene ya da tren istasyonuna buğday, çay, şeker kamışı filan yollamak için kullanılırmış. Benim hayalimdeki tam da buydu. Çıkrıkla, güneş enerjisiyle ya da yerçekimiyle çalışan ve bahçeden mutfağa, mutfaktan bahçeye malzeme aktarımı için kullanılacak kablolu bir yol! Eğer projemi uygulayabilseydim bahçede tavuk da besleyecektik ve  mutfaktan onlara bir kablo hattıyla yemek atığı indirmek de çok pratik olacak ve 'atıksız mutfak' konseptine giriş sağlayacaktı.


Ray meselesi de komik ama işlevsel bir fikirdi kendimce. Bir yokuş vardı okulun kapısından aşağı kapıya inen. Çocuklar oradan kaykayla, oyuncak kamyonlarla yarış yapıyor ve her seferinde uçup kafa göz yaracaklar diye beni hoplatıyorlardı. Eğer o yola bir ray döşersek, ve raya çocukların bineceği basit ahşap vagonlar sabitleyebilirsek çocuklar kontrollü bir şekilde aşağı hızla inebilir diye düşünmüştüm. Vagonların iniş çıkışları da kinetik enerji ile bir aküyü doldurabili
rdi. Yolun kenarına o aküyle yanacak lambaları da iliştirdik mi geceleri zifiri karanlık olan o yol masaldan bir sahne gibi gözükebilirdi!  Rahmetli babamın uydurduğu masallarla büyüyen ben büyülü şeyleri hep sevmişimdir. Permakültür prensipleriyle bir tasarım yaparken bir ünitenin birden fazla amaca hizmet etmesini sağlamalısın. Bu raylı vagon bu okul bahçesi için hem güvenli ve fiziksel egzersize motive eden bir oyuncak hem de elektrik harcamadan aydınlatma sağlayacak bir ünite olmuş olacaktı. 'Hadi yap bunu!' deselerdi nasıl yapacağım hakkında bir bilgim yoktu, ben sadece fikir bulucuydum; ama sora sora Bağdat bulunuyorsa, akülü raylı vagon da yapılırdı!

Hayvanları, bitkileri, insanları ve yapıları birbirine bağlayan pek çok şey düşünüp tasarladım bu proje için. Benim için muhteşem kafa açan bir deneyimdi, ama ödülü sadece bir sertifika değildi. Ben hem kişi hem öğretmen olarak değiştim! Mavi Gezegen'deki amacım çocukları salt dışarı çıkarmak, yaz kış bahçede bir şeyler yaptırmak iken, PK eğitimi aldıktan sonra tüm bildiklerimi çocuklara anlatmak üzerine kafa yorar oldum. 4-5 yaş için uyarlamalar yaptım, oyunlar icat ettim, şarkılar besteledim. Suyu tutmak, tohumu biriktirmek, toprağı beslemek, gıda elde etmek, ortak iyiliğimiz için işbirliği yapmak üzerine sayısız etkinlik ürettim. 20 yıl sonra potansiyel dünyayı kurtaracak çocuktu hepsi gözümde ve ne öğretebilirsem, ne alışkanlık, farkındalık kazandırabilirsem kârdı.

Evimizde, Hayatımızda Permakültür

Permakültür öğrenmeye başladıktan sonra hayatımız çok renklendi; doğayla uyumlu yaşama becerileri öğrenirken sayısız yeni deneyim edindik. (Aslında AyşeCan'ın yaşadığı şey tarafımca çocuk süzgecinden geçirilip onlara takdim edilen 'yeni veri girdisi' benimki ise birçok yeni verinin yanı sıra yanlış bildiğim eski verilerin doğrularının bünyeme yüklenmesi ve buna adaptasyon çalışmaları idi.) 
Gözlem yapmak mesela, daha iyi bir planın yoksa otları yolmamak, 'problem aslında çözümün ta kendisidir' demek, toprağın üstünü örtmek, doğayla boğa gibi didişmek yerine onunla kuzu sarması olmak, topluluk ekonomisi, mikro iklim, eneri döngüleri... Öyle çok şey var ki; aklıma ilk gelenler bunlar. Bunlar ve niceleri hep yavaş yavaş, yıllar içinde yüklendi sistemime, hatta çoğunu hâlâ deneyimleyemedim... Geoff Lawton'ın bir sözü vardı sevdiğim:  'Dünyanın tüm problemleri bir bahçe içinde çözülebilir'.  Birbirine füze yollayan ülkelerin haberleriyle içimin karardığı şu günlerde bu cümle daha da anlamlı geliyor. Keşke o ülkeler bir okulun yan yana sınıfları gibi olabilseydi. Keşke aynı arka bahçede buluşup tüm dünyanın hayrına sahip oldukları nimetleri çoğaltıp paylaşabilselerdi. 'Hayalperest olduğumu mu düşünüyorsun? Ama ben tek değilim!' (John Lennon - Imagine)****


AyşeCan'ın anaokulunda gerçekleştiremediğim pek çok fikir, kendi yaşam alanımızda hayat buldu. Gri suyu, siyah su niyetine kanalizasyona göndermeden evvel bir kere daha kullanmak mesela, o gün bugündür evde uyguladığımız bir şey. Duşta bir kova bulunduruyoruz; o da bizimle beraber banyo yapıyor. Bir iki kişi banyo yaptıktan sonra kovadaki suyu sifon çekmek yerine tuvalette kullanıyoruz. Lavaboda ise bir leğen duruyor hep; bir şeyleri sabunsuz yıkarken biriken su ile ev bitkilerini suluyorum. Marmaris'e bahçe katındaki evimize yerleştikten sonra lavabonun giderinin direk dışardaki su deposuna bağlandığı ve oradan da bahçemizi suladığı daha komplike sistemler yaptık ama şehirde oturduğumuz hiçbir evde böyle bir imkân yoktu, yine de çeşitli şekillerde yağmuru ve ev suyunu biriktirmeyi başardık. Dünyanın Grand Slam, Avustralya ve Amerika Açık kazanan ilk zenci tenisçisi Arthur Ashe şöyle demişti: 'Neredeysen orada başla. Elinde olanı kullan. Ne yapabiliyorsan onu yap.'***** Biz de aynen öyle yaptık. 

Suyun bir gün musluğu açtığımda ulaşabildiğim bir şey olmayabileceğini hissettiğim günden beri suyu öpe koklaya kullandık. Arabamızı hortumla değil, bir kova suyla yıkamaya başladık ve hayretle bu miktarın gayet de yettiğini gördük. Yağmuru depolamak için projeler uydurduk. Yandaki resimde şunu görüyorsunuz: Evin hiç açık balkonu yok, yağmur pencerenin dışında bize el sallayarak akıp gidiyor. Biz de PVC boruları soba borusu gibi ekleye ekleye dışarı uzattık. İçine daha çok yağmur damlası girsin diye de bir amerikan servisini huni gibi yapıp borunun ucuna yapıştırdık. Bu basit Zihni Sinir projesiyle öyle çok su kovamıza akıttık ki inanamazsınız. Tabi çocukların dikkatlerini çekmek için bu tip projeleri heyecanla anlatmak ve onları da yapım aşamasına davet etmek benim naçizane başarımdır. 'Bakın ne yaptım!' değil, 'Hadi beraber yapalım!' demek lazım, o zaman muhteşem bir sinerji doğuyor. Ve beraber yapılan şey, unutulmaz oluyor. Çocukluğuma inerek şunu kesin söyleyebilirim: hatırladığım şeyler gelen hediyeler ya da pahalı oyuncaklar değil, annemle babamla hep beraber eğlenerek yaptığımız şeylerdi. 

Yağmur suyu ve gri su yanında deli gibi de tohum biriktirmeye başladım. Toprağa erişimi olan ve ondan bir gıda alabilmiş herkesten tohum rica ettim. İlkokuldaki pul koleksiyonumdan sonra hiç böyle zevkle bir şeyi biriktirmemiştim; rengârenk akıllı bıdıklar...  Biriktikçe sanki bankada paracıklarınız çoğalmış gibi hissediyorsunuz, gururlanıyorsunuz... Balkonu deney laboratuvarına çevirdim. Topladığım her tohumdan ürün almaya uğraştım. Bu yüzden de bir türlü doya doya domates ya da herhangi bir şey yiyemedik çünkü bir domates varsa, yanında devedikeni, karakafes otu, latin çiçeği, börülce, mısır, ayçiçeği oluyordu mesela. Hepsi seyirlik! 'Başardım, büyüttüm, tohum aldım' diyebilmek için! 

Ayşe Can balkona girdiğinde Amazon ormanında kaybolmuş iki tavşan gibi görünürlerdi gözüme. 'Hadi bana biraz maydanoz toplayın gelin!' gibi görevler verirdim ki Amazon'daki endemik bitkilerle tanışsınlar!
Yaprağını tanımaca, kokusundan bulmaca  gibi bir sürü oyun oynardık. İşe yaradı aslında, özellikle Önal Apartmanındaki  evimizin balkonundaki her bitkiyi tanıyorlardı; biberiyeyi kekikten, fesleğeni naneden, adaçayını lavantadan ayırt edebiliyorlardı. O günlerde manavda bir adamı görmüştüm; 'Bu turp mu?' diye tezgahtara soruyordu.  O adamın yanında benimkiler gayet Lokman Hekim sayılabilirdi. 
 
En hoşuma giden şey de koca koca döngülerin hepsine şahit olmalarıydı. Tohumu beraber ekiyor, büyüyüp iki kulaklı oluşunu beraber görüyor, çiçeklenince 'aman da aman' diye seviyor, üzerine konan böceklerin fotoğrafını çekiyor, sonra kuruyup milyon tane tohum verdiğinde hasadı beraber yapıyorduk. AyşeCan'la beraber ben de düzinelerce ot, bitki, çiçek, çalının hayat döngüsünü öğrendim. Tek pişman olduğum şey bu öğrendiklerimi düzenli olarak bir yere yazamamış olmamdır. Nurçin diye bir arkadaşım olmuştu bir permakültür kursundan, cilt cilt el yazması defterleri vardı; nasıl hayran kalmıştım. Her bitki hakkında öğrendiği, gözlemlediği her şeyi yazmıştı. Böyle bir günlük tutarsanız kendinize, etrafınıza ve bitkilerinize çok faydalı olabilir. 





Bir gün oturup bir fesleğen dalından kaç tohum çıktığını hesapladım ve düşüne taşına kafam yandı; bir tohum ekince en az 1000 tane geri alıyordun! Böyle bir sistem içinde nasıl kıtlık, açlık olabilirdi? Aldığın 1000 tohumdan 200 tanesini kendin için yeniden eksen, çoluğuna çocuğuna eşine dostuna yeter de artardı. Geri kalan 800 tohumun 600'ünü satsan, 200'ünü de bedava dağıtsan, ya da takas yapsan, hatta kurda kuşa aşa bile gitse müthiş bir bereket bolluk filmi çekerdik, hepimiz de başrolü paylaşırdık. Fesleğen sadece bir örnek! Böylesine cömert bir doğanın içinde yaşamamıza rağmen piranha dişli kapitalist ekonomik sistem hepimizi hapur hupur yedi bitirdi. Ne vahim ki paramız olmadan dışarda bir gün geçirmemiz neredeyse imkansız oldu! Sokağa çıktıktan eve girene kadar etrafta gördüğüm herkesi piranha sanmaya başladım ben! İşte, aslında etiği 'dünyaya özen göstermek, insana özen göstermek ve zaman, para ve enerji fazlasını dünyaya ve insanlara özen gösterme amacını gerçekleştirmek için kullanmak ' olan bir sistem ekonomik sistemimiz olsaydı, çok daha mutlu, birlikte ve berekette yaşardık sanırım. Eko-sosyalizm ( ya da ekotoplumculuk*6), kadrajı permakültüre benzeyen böyle bir sistem olarak telaffuz ediliyor. Okuyalım, hayal kuralım, hayata geçirelim! (Kısaltırsak: OHH!)


Permakültür sayesinde hayvanlarla sanki bir belgeselin içine düştük! Her diktiğimiz, büyüttüğümüz bitki bir canlıyı çekiyordu. Ne kuşlar yumurtladı balkonumuza; büyüttük, uçurduk... Polenli, nektarlı şeylere arılar, kelebekler, uğurböcekleri geldi. Başka evlerde, başka habitatlar yapınca daha farklı canlıları çektik kendimize; mesela gölet yapınca kurbağalar, yusufçuklar geldi, çekirgeler ve peygamberdeveleri neye geldi unuttum ama onlar da bize çok göründü. Hatta müzikseverlerinden biri eve girdi ve uzun süre Gökhan'ın gitarı üzerinde yaşadı. 


Kompostun çeşitlerini öğrenelim derken solucanlarla tanıştık. Ben kımıl kımıl hayvancıklardan pek hazzetmem ama çocuklar onları hiç yadırgamadılar. Vermikompost denen ve solucanların dışkılarından oluşan verimli kompostu elde edebilmek için 500 adet solucan getirtmiştik internetten. O günü hiç unutmuyorum. Hepimiz heyecanlıydık. Onlara ev yaptı AyşeCan. Biz beslendikçe onlar da beslendi. 
Onların kakalarıyla beslenen bitkilerimiz bizi daha da iyi besledi…


Permakültürü hâlâ çalışıyorum, okuyorum ve hayatımız hâlâ (iyi anlamda) değişmeye devam ediyor. 


Resim1) Can'ın yatağının kenar korkuluğunu çıkarıp duvara çakmıştım dikey bahçe yapmak için. Bir sürü pet şişeden bozma saksı alıyor böyle bir yapı.


Resim 2) Genelde ev bitkileri yalnızdır, tek kişilik odalarında kalırlar bir saksıda. Ben bir deney olarak fasulyeyle kauçuk oda arkadaşı olabilecek mi diye baktım. Sonuç olumlu idi.





Resim: 3 'Anne ayaklarına bak! demişti Can mısırı göstererek! Mısırın ayaklarına hayran kaldım ben de sonra!


Resim 4: En sevdiği nohut yemeğinin bir bitkiden
geldiğini ilk balkonumuzda öğrendi Ayşe'm ve çiğ nohuta da bayıldı!






 














* 'I am a gardener. What's your superpower?' empressofdirt.net

*** https://www.bugday.org/blog/ekosistem-sagligi-icin-onarici-tarim/

****You may say that I'm a dreamer. But I am not the only one! - John Lennon-Imagine

***** 'Start where you are, use what you have, do what you can!'

*6 Ekotoplumculuk - Andre-Jacques Holbecq - Yeni İnsan Yayınevi