Bir gün 'Haydi Dışarı' diye bir şarkı besteledim. Aslında o kadar kısaydı ki 'jingle' da denebilirdi. Okuldaki dersim hakkında bir şarkımın olmasını niye istedim kim bilir ama sanki bir zincir reaksiyon tetiklendi ve her şey cin mısır gibi patladı, saçıldı, tencereden taştı! Müziğe muhteşem dönüşüm bir jingle sayesinde oldu!
Can'ın sürekli çamursal karışımlar elde etmesi ve 'Çoyba yaptım!' diyerek bana ikram etmesinden ilhamla çıkmıştı ilk kıta. İkinci (ve son) kıta da dersimin anlam ve ehemmiyetini anlatıyordu. AyşeCan'ı ve çocuk ruhlu basçı arkadaşım İlker Göçmen'i kapıp Mavi Gezegen'e gittim. Orada öğrencilerime Haydi Dışarı şarkısının lansmanını yaptık! Öyle tatlıydı ki tepkiler; 'Bi daha! Bi daha!' diye zıplayıp duruyorlardı! Babam (Erdoğan Berker) ilk 'Altın Kelebek' ini alırken nasıl sevindiysem o çocukların coşkusu da beni öyle sevindirmişti! Sonra o ilk dinletinin de içinde olduğu bir video klip yaptım ve onu sosyal medyada paylaştım ('Amerika'da boşuna mı mastır yaptın?' diyen anneme hep bu videoları örnek gösteririm! CCSU*'da öğrendiklerim sayesinde!özellikle pandemi sırasında 30'a yakın eğitsel video yaptım çocuklar için. 'Daldan dala atlıyor!' diye kızmayın çocuklarınıza; tüm dallar mutlaka bir işe yarıyor ileride!).
Çiçekler koklanmak istiyor
Toprağa suyu katsak,
Biraz da kozalak koysak
Canım fena çorba çekiyor
Haydi dışarıya, yağmurda koşmaya!
Haydi dışarıya, kuşlara yem koymaya!
Ağaçların altında oyun başka, bambaşka!
Sıcakta, soğukta haydi dışarıya!
Söz-Müzik: Ebru Berker
Aranjman: Yuri Ryadchenko
Sosyal medyada klip arkadaşlarım tarafından çok sempatik bulundu falan filan, derken aklıma 'Neden bu bir TV programı olmasın?' diye bir soru geldi. Dedim ya, cin mısır... Pat pat pat... Hemen yazdım bir proje. Bir bahçe bulunacak, orada çocuklarla yaz kış oyun oynanacak, ekim dikim yapılacak ve permakültür anlatılacaktı (bizzat yaşayarak tabi). Çok kısa bir süre sonra 'TRT Çocuk' kanalından olumlu cevap alınca şok oldum, havalarda gezindim! Fakat detaylar konuşulurken bir takım pürüzler çıktı ve proje yattı. Joseph Campbell'i duymuş muydunuz? Amerikalı bir mitolojist, yazar ve eğitmen kendisi. Şöyle demişti bir yazısında: 'Sizi mutlu eden şeyi yapmaya devam edin ve korkmayın, orada olduğunu hiç bilmediğiniz kapılar açılacaktır.'** Hakikaten kapıların kapandığına üzülmeye bile vaktim olmuyordu, öyle başka kapılar açılıyordu ki onları ben mi açtım, nasıl açtım diye şaşırıyordum!
Bu kapılardan birinin ismi Formidable Vegetable Sound System***! İsimlerini permakültür kursunda 'örüntü' üzerine sohbet eden öğrencilerden duydum. Avustralyalı, yetenekli, yaratıcı, fırlama ve iyi müzisyenlerdi kendileri; bir bütün günüm youtube'da geçmişti onları araştırırken... Amaçlarının 'sürdürülebilirlik için basit çözümleri bilincin derinliklerine mümkün olan en 'funk' şekilde kazımak' olduğu söyleniyordu! Ne komik bir adanmışlık idi bu! Solistleri ve bestecileri Charlie Mgee'nin elinde minyatür gitara benzeyen aşırı sempatik bir alet vardı. Ukuleleyle tanışmam bu şekilde oldu! Rengarenk kıyafetleriyle sebze tarhları arasında trompet ve keman sololar atmaları filan çok özgündü, seyrederken gülümsetiyordu. Enerjileri tavandaydı! Hayran kaldım ben onlara ve ilham rüzgârları üstüme üstüme esti... Ben de permakültürle müziği birleştirecek bir şeyler yapmak istedim!
'Örüntülerden oluşan ritmik bilgi kolay hatırlanır; sembolik bilgiyi ise hatırlamak güçtür.' demişti Bill Mollison kitabında(*4) Charlie tam da bunu yapıyordu; 'müzik' ile bize bilgiler, tarifler, tavsiyeler paslıyordu. Bill Mollison'un bahsettiği sembolik bilgi ise kitaplarla veya elektronik ortamlarla saklanan bilgi. Bunlara erişimi olmayan pek çok insan ya da toplum olabiliyor ve sonucunda 'bilgi' uzun vadede silinip gidiyor. Maalesef yazının icadından sonra örüntülerle bilgi aktarmayı bırakmışız. Oysa yıldız takımları, bitkilerin kullanım alanları, hasat dönemleri, hava olayları, yön bulma, atalar, yaratılış mitleri gibi pek çok geleneksel bilgi ve bilim örüntüler halinde kaydedilirmiş eskiden; yani taş oymalarla, toprak yapılarla, motiflerle, resimlemelerle, dövmelerle, şarkılarla, danslarla... Sanat sanat için ya da müzeye konmak ya da satın almak için değil, bilgi aktarımı içinmiş. Sanatın insanları hem duygusal olarak etkileyen ve bir araya getiren bir gücü var hem de ritim, desen, kafiye formundaki tekrarlar sayesinde içerdiği bilgi çok akılda kalıcı oluyor. Bu kitap en fazla AyşeCan'ın çocukları da onu okuduktan sonra piyasadan ve sanal alemden yok olabilir mesela ama 'Bir çekirdek verdim dört bostan verdi; benim sadık yârim kara topraktır' diyen Aşık Veysel'in o türküsü bence torunlarımın torunlarına kadar ulaşır...
Haydi Dışarı'dan sonra 'Yürüyen Köşk', 'Sinek Kuşu', 'Küçük Tohum' ve 'Soğan' adında şarkılar yazdım! (Dünyada bir soğana klip çeken ilk kişiyimdir muhtemelen!) 'Baban da ilk bestesini 40ından sonra yaptı!' demişti annem. Sanki bir bayrak devralmış gibi, her gün farklı akorları farklı sebzeler ve hayvanlarla birleştirerek şarkılar yapma aşkına düştüm. Bu çocuk şarkılarını yapmaya çalışmak kulağımı ve armonimi geliştirdi. Klasik piyano eğitimim hep ezbere ve tekniğe dayalıyken, artık işin matematiğini de öğrenmeye başlamıştım. 'Demek isteyince beste yapabiliyormuşum!' diye diye AyşeCan için, aşk için, umut, insan, düzen ve evliliği iyi gitmeyen kuzenim için de şiirler yazıp bestelemeye başladım. Bir yandan okulda permakültür öğretiyor, bir yandan mısraların, akorların içinde takla atıyordum! Boşandıktan sonra çocukla (hesapta yokken) yalnız kalan kadınlar bilirler; önce büyük, devasa bir boşluk olur içinde; karabatak gibi dibi boylarsın, sonra yavaş yavaş kuğu gibi su üstüne çıkar, kendinle yeniden tanışırsın. Tek başına da becerebildiğin pek çok şey olduğunu fark edersin ve bir reanimasyon yaşarsın. Yani patlayan araba lastiğimi yine tek başıma değiştiremedim ama 'yanımda müzisyen bir eş olmadan da müzik yapabilirim' farkındalığı benim için önemli bir eşik oldu.
15 Temmuz darbe girişimi yaşandığı sıralarda bu beste yapma furyası içinde kendi mutlu iktidarımı yaşıyordum. Bir gün yıllardır duymadığım eski bir dost, Uli Geissendoerfer, haberlerde Türkiye'deki kaosu görünce bana mesaj atıp iyi olup olmadığımı sordu. Ben de ona 'Ben iyiyim, beste yapıyorum!' dedim. Bu saçma muhabbet dün gibi aklımda. Saçma maçma, ama hayatımın arka arkaya açılan kapılarından biri oldu yine...
Las Vegas'ta yaşayan Alman asıllı müzisyen, piyanist ve prodüktör olan Uli, 'Gönder bakayım şu bestelerini, nasılmış!?' dedi. Birini gönderdim. Sabah tostumu yerken e-postama düşen bir dosya beni benden aldı! Uli, bir gece içinde o besteye bir aranjman yapmış ve onu başka bir seviyeye taşımıştı! Bir başka şarkımı daha gönderdim; ertesi gün hayalini kuramayacağım bir piyano solo vardı şarkının orta yerinde. Aynı şey her şarkım için gerçekleşti. Uli bir yeteneğim olduğunu, bulduğum melodilerin sanki bir müzikalin parçaları gibi olduğunu söylüyordu. 10 şarkı elle tutulur bir hal alınca bunları bir albümde toparlayıp çıkarmak için İndigogo platformundan sponsor arayışına girdim.
Şarkılardan birisi olan 'Mış Gibi' Doğan Abi'me aitti. Babam ve ablamla evde müzikle piştikten sonra ilk defa Doğan Canku'nun sahnesinde seyirci önüne çıkmıştım. 20li yaşların başındaydım, ODTÜ'nin konser salonundaydık ve kabasa çalarken ritm kaçırmamak için stresten avuçlarım terliyordu. Doğan abi o gün bugündür müzikal olarak pek çok şey öğrendiğim, ailece görüştüğümüz, sevdiğim saydığım biricik bir akrabam gibi oldu. O yüzden 'istemeyenin bir yüzü kara' cesaretiyle albümüm için bir beste istedim ondan. Arthur Rimbaud'nun bir şiirini bestelemeyi kabul etti! Bu şiiri Türkçeye kazandıran da Orhan Veli Kanık'tı! Her şey bir rüyada gelişiyordu benim için...
Indigogo ile bana destek olan akrabalarım, arkadaşlarım sayesinde bir takım masrafların üstesinden geldim ama türlü türlü sebeplerden albüm bir türlü piyasaya çıkamadı! Bir proje daha suya düştü boğuldu diye çok üzüldüm o dönemde. Sanki evren kapı değil portal açmıştı ama ben gerisin geri odama popo üzeri düşmüştüm. Artık böyle düşünmeyi bıraktım; bardağın dolu tarafında anlatılacak hikâyeler bakıyorum...
Albüm hiç de sıradan bir albüm olmayacaktı çünkü albüm olarak çıkarmayacaktım! Charlie'nin doğayla dost turnelerini görünce, seyircinin pedal çevirmesiyle dolan bir aküyle çalışan ses sistemini filan seyredince ben de kendi çapımda bir fark yaratmak istedim. Aklıma ilk gelen şey CD çıkarmamak oldu! Çünkü bir CD'nin doğada ayrışması yaklaşık 500 yılı*4 buluyormuş. 'Doğada çözmeyelim, geri dönüştürelim' dersen de maliyeti korkunç işlemler lazımmış ki onları yapabilen sistemler de sadece birkaç ülkede mevcutmuş. Meğer müzik endüstrisi dev atık potansiyeline ve karbon ayak izine sahip, doğanın omzunda bir kamburmuş. 'O zaman ben de kitap çıkarır, müzikleri içine barkodla koyarım! diye süper bir fikir buldum ki 10 yıl önce yeni sayılırdı bu uygulama. Demokraside çareler, Ebru'da fikirler bitmezdi. Kitap-albümümün dağıtımının bile doğayla barışık olması için bisiklet-kuryeyle anlaştım! Bana telefonu açan bisiklet-kurye yetkilisi öyle tatlı biriydi ki -keşke adını hatırlayıp buraya yazabilsem -böyle güzel bir amaç için memnuniyetle yardımcı olacaklarını, dağıtım için 6 ilde ellerinden geleni yapacaklarını hatta bazı sponsorlar bile bulabileceklerini söylemişlerdi. Bu kitap için yeniden onlarla temasa geçeceğim; BİSKUR*5 hem ekonomik, hem mazot kullanmıyor hem de sporcu dinamik ekip arkadaşları kendi sağlıkları için pedal çevirirken insanları da buna teşvik ediyorlar.
'Doğanın Kitabı' olarak isimlendirdiğim bu kitap çok değerli bir buluştu benim için, belki görücüye çıksaydı görenler için de değerli olacaktı çünkü salt müziğimi paylaşmaktan ziyade pozitif bir şeyler transfer etme isteğim vardı insanlara; 'Bakın nasıl da polar ayılar evsiz kalıyor, çöl olduk, zehir soluyoruz, kanser arttı, orman bitti, susuzluktan savaşa gireceğiz (tabi eğer zombiler önce bizi yemezse)' gibi haberlerin karşı penceresinde ufak bir pembe bulut olmak istiyordum. Şu an, şuracıkta, elimizden gelenle ne yapabiliriz de ufacık bir kelebekle etki zinciri oluşturabiliriz diye uğraşacaktım. Bunu bahçelerde çocuklarla çok güzel yapıyordum; bu eko-müzik projesi de büyüklerle temas kuracaktı. Üretimiyle, basımıyla, dağıtılmasıyla, dinletisiyle ekolojik olacak ve insanlara fikirler verecekti. Çocuk
kitapları ilüstratörü Brenna Quinlan'ı izledim geçen hafta bir festival yayınında. Artık sanatını umut dolu mesajlar vermek için icra ettiğini söylüyordu. Bilgiyi insanlara aktarmak, insanları farklı biçimlerde harekete geçirmek için sanatın eşsiz bir köprü olduğundan bahsediyor, 'Bilgi sadece bilgidir ama sanatçı ruhtur, kalptir, kahkahadır, hatıralardır, yeni anlayış biçimleridir.' diyordu. Brenna'nın bu sözleri benim kafamdakilerle bire bir örtüşüyor. Sanat kalbe giden kestirme bir yol gibi ve bu yolda hep umut ışıkları yakmak lazım; Müziğinle, şiirinle ya da resminle heyecanlanan, çağrına tepki veren, 'ben de bir şey yapayım, ne yapayım?' diyen pek çok insan çıkacaktır... Yıllar önce ön-mayaladığım bu dileklerimi bu kitabın hamuruna aktarıyorum...
Kapılar kapanır, kapılar açılır... Bir gün İstanbul Permakültür Kolektifi kurucularından Dilek (Yalçın) aradı beni. 'Sürdürülebilir Yaşam Film Festivalinde şarkı söylemek ister misin?' dedi. Şarkı söylemek için daha anlamlı bir sahne düşünemezdim! Tam benim meseleler konuşulacaktı, seyredilecekti ve işte tam yerimi bulmuştum! Hemen hazırlanmaya başladım. Canım İlker ve iki arkadaşım (Murat, Özgür) daha 4 olduk, güzel olduk! Festivale yakışır birkaç da şakı seçtik, provalara başladık.
Aklıma 'Charlie ile bir düet yapsam ne güzel olurdu!' diye bir fikir geldi! Tabi çocuk Avustralya'da... Derhal ona e-posta yazdım. Kendimi tanıttım, film festivalinde onu projektörle ekrana yansıtarak kendi şarkısı Yield'da düet yapmak istediğimi söyledim. Geri dönüşü olumluydu! 'Yoğunum, işim var, turnem var' da diyebilirdi; sonuçta parasız, angarya bir iş! Ama demedi! Charlie kamerayı karşısına koydu ve benim söyleyeceğim kısımları vokalsiz bırakarak tüm şarkıyı çalıp söyleyip bana gönderdi. Ben de bu görüntünün bazı yerlerine bereketle, bollukla ilgili şarkı sözlerine uygun kareler ekledim ve konser günü nefis bir gösteri oldu! Charlie son ki üç dört dediğinde bizim müzisyenler de müziğe girdi ve şarkıyı Charlie'nin ukulelesiyle beraber çaldık. AyşeCan da sahneye fırladı, bacağıma belime dolandı, dans etti, çok tatlı oldu. Şarkının son mısralarını da Türkçeye çevirerek söyledim ve coşkulu bir alkış ile konseri bitirdik. Tam hayalimdeki tablonun içindeydim. Konserden sonra tohum koleksiyonumdan küçük paketler dağıttım insanlara, tek tek haftalar öncesi köklendirdiğim aloe vera fideleri hediye ettim, annemle boyayıp sebze isimleri yazdığımız çubuklar verdim... Maharetli kuzenim Eda kocaman dalları makrame ve renkli iplerle örüp sahne dekoru yapmıştı- ben tohumlarla uğraşırken birisi o dalları da hediye sanıp alıp gitmiş- çok üzülmüştüm ama sağ olsun! Neyse Charlie konser videosunu çok beğendiğini söyledi, ilk tanışmamız bu şekilde tatlı bir anı oldu. Bu satırları yazdığım sıralarda, yani Ağustos 2025'te Charlie ve kız arkadaşı Brenna Marmaris'e bizi ziyarete gelecekler. Onlarla yüz yüze tanışmak için sabırsızlanıyorum. Pek çok şey konuşacağız, bahçelerde dünyaları kurtaracağız ve dünyanın bir ucundan gelen bu değerli konuklardan öğrendiklerimi size yazacağım... (Buna yetişmezse ikinci kitabımda...)

Charlie'nin bizim evimize ziyarete geliyor olmasının kamera arkası aslında tam bu yazımın göbeğine yerleştirilecek bir şey. O yüzden geçmişten bir süre günümüze zıplıyorum ve anlatıyorum... O festivalde sanal olarak Charlie'yle beraber şarkı söylememden sonra 10 yıl hiç bağlantı kurmadım, instagram beğendi'lerini saymazsak. Bir bahar sabahında e-posta kutuma bir posta düştü. FoVeg (kocaman ismi böyle kısaltıyorlar) grubu 3 aylık bir Avrupa turnesine çıkıyordu. İnanılmaz yoğun, her gün bir yerde çalmalı bir turneydi bu ve Charlie bir mesaj iliştirmişti ilana: 'Eğer bu yolculuğumuz sırasında bize destek olabileceğiniz bir konu-olanak-herhangi bir süper gücünüz varsa lütfen haber verin!' (Çocuğun bu nüktedan dili ve içtenliği insanın içini ısıtmıyor mu!) Bahsettiği destek şöyle bir şeylerdi: bir yerden bir yere ulaşımlarını sağlamak, konaklama imkanı, tanıdık bir gazeteci arkadaş varsa bir röportaj ayarlanması, sosyal medyada heyecanlı hikayelerini anlatabilecek bir halkla ilişkiler kişisiyle iletişime geçilmesi, festival sırasında kitap, kupa, posterlerini satacak bir gönüllü bulunması...
Şimdi bu, ne kadar güzel, samimi ve sistem dışı bir şey farkında mısınız bilmiyorum. Bu işlerin hepsi günümüz kapital sisteminde birer kişi ya da kişiler tarafından büyük paralar ile yapılıyor, büyük büyük aranjmanlar gerekiyor, tabiri caizse hepsi birer 'masraf kalemi' bunların. İşte Charlie ve grubunun, Avrupa'yı müzikleriyle coşturup hoplatırken insanlara (şahsen bana) verdikleri mesaj şu: Bir başka yaşam sistemi mümkün! Bir başka deyişle: 'Her şey para değil!' Bir sonraki bölümde anlatacağım Dedetepe kursunda Anday Ataman diye bir arkadaşla tanışmıştım. Ben yapmak istediğim ve para olmadığı için yapamadığım şeylerden yakınırken bana: 'Sistemin tıkanıklığını sistemin anahtarı ile açamazsın' gibi bir şey demişti. O zaman hiçbir şey anlamamıştım ama şimdi her şey gayet berrak; Charlie ve grubunun yaptığı çağrı tam da bunu anlatıyor. Paramız yoksa köşeye sıkıştığımızı, kitlendiğimizi, hayallerimize ulaşamadan u-dönüşü yapmamız gerektiğini hissetmeye meyilliyiz. 'Cam tavana' çarpıyor kafamız, hani David Schwarts'ın 69 yılında yaptığı pire deneyindeki gibi.
Cam Tavan Sendromunu Yılmaz Özdil'in bir yazısından*7 öğrendim. Onun kalemiyle aktarmak isterim: 'Pireleri 20 cm. derinliğinde bir fanusun içine koyarlar, fanusun üstünü cam ile örterler. Alttan ısıtırlar... Pireler giderek artan sıcaklıktan rahatsız olur, o ortamdan kurtulmak için dışarı doğru zıplar. Ama her zıplayışta kafalarını fanusun tavanındaki cama çarparak yere düşerler. Tekrar zıplarlar; nafile, yine çarparlar. Cam engel görünmez olduğu için, kendilerini neyin engellediğini bir türlü kavrayamazlar. Böylece, zihinlerinde bir 'özgürlük sınırı' oluşur. İşte bu sınır oluştuğu anda, deneyin ikinci aşamasına geçilir. Fanusun tavanındaki camı kaldırılır. Artık engel yoktur. Ortam yine ısıtılır. Hayret verici şekilde görülür ki pireler en fazla 20 cm zıplıyor! Daha yükseğe zıplama imkanları varken fanustan dışarı sıçrayıp özgür olma imkanları varken, kafayı çarpmamak için buna cesaret edemezler. Çünkü artık 'görünmez engel' zihinlerindedir; 'yapamayız, kurtulamayız, hiç boşuna denemeyelim' diye düşünürler.'
Yapay zekayla donattık hayatlarımızı ama kendi zekamızı, potansiyelimizi 'öğrenilmiş çaresizliğe' kitledik. Bir kere Hz Ali ta 7. yüzyılda ipucu vermiş: 'Derdin kendindendir bilmiyorsun, derman yine sendedir görmüyorsun. Koskoca alem içinde yerleştirilmiş, sen hala kendini küçük mü sanıyorsun?' Ne devrimler yapıldı, küçük olmadığımıza inanmamız için, bizi 'küçük' hissettiren sistemleri kırmak için, niceleri de yapılıyor, yapılacak. Pink Floyd standartlaşmış eğitim sistemi içinde durmamızı sağlayan 'öğrenilmiş çaresizliğe' atıfta bulunmuştu, ta 1979'da: 'Sonuçta sen de duvardaki bir başka tuğlasın!', 'Eğitime ihtiyacımız yok! Düşünce kontrolüne ihtiyacımız yok!*8 (Ah AyşeCan'ın 13 yıllık eğitim hayatında neler yaşadım bir yazsam; traji-komik, melodramatik, fantastik, absürd bir kitap çıkar!) Standart eğitim sistemine alternatifler var artık, dünyayı gezmek için parasız yollar var, bir üretimine sponsor bulmak için 'kredi almaktan' başka seçenekler var.
O kadar koşullandık ki kapital sistemin çift camlı tavanı olduğuna, paramız yoksa cebimizde, kafamızı uzatmaya bile korkuyoruz olasılıklar dünyasına. 'Permakültür, bahçecilik kisvesi altında gizlenmiş bir devrimdir' demişti Mike Feingold*9. Charlie de diyor ki fanlarına gönderdiği mektubun sonunda: 'Bunu viral fungal olarak yayalım mı?' Evet Charlie, hadi yayalım! Toprak altındaki muazzam miselyum ağı gibi bağlanalım birbirimizle... Yer altından miselyumla, üstünden de titreşimle bağlanalım birbirimize. 'Evren titreşimle oluştu ve dolayısıyla insanın her atomu bu titreşimi içinde taşıyor' demişti ya Inhayat Khan.. Bu görünmez ağlardan daha güçlü bir bağ olabilir mi insanla insan, insanla evren arasında?
Bakın, uzun uzun yazdığım sözleri bir anılar geçidi programı olarak düşünmeyin. Evrenle, insanla (bilmeden) kurduğum ilişkiler sonucunda arka arkaya açılan kapılardan bahsediyorum... İlham olsun diye, size fikir versin diye yazıyorum... Ben de 'bazen yazdıklarımdan çok şey öğreniyorum'; Levi Strauss'un dediği gibi!
Açıl kapım açıl... Bir gün Momo diye bir anaokulunda çalışmak isteğiyle iş görüşmesine gittim. Okulun sahibi değerli uzman psikolog Iraz Toros Suman ile, tam kafama göre bir okul bahçesi içinde tatlı tatlı konuştuk... Konuşmamızın bir yerinde ben 'Ukulele diye sempatik bir enstrüman var, bir gün onu alacağım ve bahçede çocuklara müzik yapacağım' demiştim. Bunu Iraz duydu, evren duydu, sonra Iraz'ın eşi Turgut duymuş ve bana işe alındığımın ilk günü nefis bir ukulele hediye etti! Hiç unutamadığım ve hayatımı değiştiren hediyelerdendir! Artık benim de bir ukulelem vardı; ben sesine, parmaklarım perdelerine hayran kalmıştık! Küçük elli olmaktan mütevellit bare basmakta zorlanmıyordum gitardaki gibi! Benim parmaklarım ve kucağım için yapılmış gibiydi! Turgut Suman'ın hediye ettiği ukulele ile şarkılarımı akapella söylemek zorunluluğum kalktı. Hemen çalmayı öğrenmeye başladım; önce Erkin Soylu'dan, sonra youtube'dan...
Artık bir kedi gibi kucağımdan düşmedi canım ukulelem... Ve olasılıklar evreni genişledi, teklifler gelmeye başladı. İlker'le çeşitli okullarda, cafelerde, müzikli mekanlarında çaldık, yeni müzisyenlerle tanıştık. Jingle yapmaya devam ettim. Kendi enstrümanın olunca kendi sesine eşlik edebiliyorsun self-servis; büyük özgürlük bu! Jingle'lardan bir tanesi 'Fırınımdan Ekmekler' idi. Sonradan iyi bir dosta dönüşecek olan Murat Demirtaş ile, zehirsiz, şifalı ekmeğimi ararken tanışmıştım. Ve işte tüm bu müzikal yolculuk sırasında bir durakta onun ekmeği için, tamamen içimden geldiği için bir jingle yaptım. Çok duygulandı Murat, paylaştı şarkımı miselyum ağında(!) İlişkiler ağım genişledi.. Eda Yapanar'la tanıştım, o beni organikçi, buğdaycı, eğitimci, müzisyen birileriyle bağladı, sürekli beni kolladı, arkamdan zarifçe itti canım benim. Bu arada başka çocuk şarkıları yazdım. Küçük Orman Anaokulu için yaptığım şarkı çocuklar tarafından her Pazartesi çılgınca söylendi! Gökhan'la beraber sevinçten tüylerimiz kalkıyordu her seferinde!Kartvizit yaptım sonra kendime. (Annecim bak bu kartı yapmayı da mastırda öğrendim, boşa gitmedi yani hiç üzülme!) Bir yüzünde 'Ebru Berker, çocuk bahçeleri tasarımcısı', bir yüzünde de 'Ebru Berker, çocuk şarkıları bestecisi' yazıyordu. Çok aptalca bir şeydi, sanki gerçeklerimin değil hayallerimin kartvizitiydi. Ama Picasso demiş ya: 'Bir fikirle başlıyorum, sonra o başka bir şeye dönüşüyor.'... Tam olarak bu oldu! Mavi Gezegen bahçesinde çocukları beklerken bir telefon geldi. 'Alo?' dedim, öbür taraftan sıcacık bir ses geldi: 'Merhaba Ebru ben Judith Malika Liberman!'... Telefon şakası sandım önce, olur ya, ünlü kişilikler seni kaç kere arar böyle sıradan bir günün sıradan bir anında? Hani o muhteşem masal anlatan, anlatmayı öğreten, yazan, hayat dolu kadın var ya, hani bende iki kitabı da başucumda ya, işte o, telefonun öbür ucunda bana sesleniyordu! İlk şoku atlattım, ikincisi geldi; Judith benim kartvizitimi görmüş ve 'çok tatli' bulmuştu o tatlı Fransız aksanıyla. Bunu, permakültürü, çocukları ve müziği konuşmak
için beni NTV'deki radyo programı 'Masal bu ya!' ya çağırıyordu! Yani ben instagramda onun her yayınladığını okuyup gülümserken, cümlelerini defterlerime kopyalarken meğer o da beni takip ediyormuş da bu kartvizit tanışmamıza vesile olacakmış!
'Yapana kadar 'mış' gibi yapın!' der sevdiğim bir yazar, Austin Kleon. Örnek olarak da Patti Smith' ten bahseder. Sonradan dünya çapında olacak olan müzisyen Patti Smith, arkadaşı fotoğrafçı Robert Mapplethorpe ile sanatçı olmak hayaliyle New York'a gelirler. Bohem çingene kıyafetlerini giyip herkesin takıldığı Washington Square Parkı'na giderler. Yaşlı bir çift onlara uzun uzun bakmaktadır. Kadın kocasına der ki: 'Resimlerini çeksene, sanırım sanatçılar!' Kocası ise 'Hadi canım, onlar sadece çocuk!' cevabını verir. Bu cevap Patti Smith'in 30 yıl sonra yazacağı anılar kitabı 'Çoluk Çocuk'*a adını vermiş olur.
Kitabı ben de okudum ama bu yaşananı Austin Kleon gözünden görmemiştim. Sanatçı olmak isteyen çoluk çocuklardı aslına bakarsanız ama dünyaya verdikleri kadrajda onlar çoktan sanatçıydı! Kartvizitimi hazırlayarak ben de 'mış' gibi yapmışım bilmeden! Yani 'çocuk şarkıları bestesi' ya da 'çocuk bahçeleri tasarımı' yaparak hayatımı kazanmıyordum ama öyle olsa ne güzel olurdu diye quantum boyu bir iç çekişim, evren tarafından 'gerçeklik' olarak yansıtıldı. Radyo programını şu cümlelerle açtı Judith: 'Ne kadar değişik ve modern bir mesleğe sahipsin Ebru; aslında eski meslekler kalmadı, hepimiz kendi yolumuzu çiziyoruz, sevdiğimiz şeyleri bir araya getirerek yeni yollar çiziyoruz... Böyle bir kartvizite sahip bir tek sen olabilirsin!'*11 Dilek esanslı bir espri, gerçek bir 'titr' olmuş çıkmıştı. Yarından itibaren birileri 'tavuklarla ilgili şarkı lazım, yapabilir misin?' filan diye beni arayabilecekti!
Dostlarım, ve bu kitabı büyüyünce okuyacak olan Ayşe'm, Can'ım; hayal kurmak, istemek, adım atmak, inanmak, kim ne der'ci olmamak, sevdiğini bulmak ve 'mış' gibi yapmak gerçekten mucizeler yaratabiliyor. Kişisel gelişim kitabı gibi konuşmak istemiyorum ama ne yapayım hayatımda olup bitenler tam da bu minvalde! Birkaç doz daha motivasyon hikayesi yazacağım size... Sonra kitap kendini bitirecek bir şekilde; pandemiyle, taşınmayla, 'her şerde bir hayır' kafasıyla ve illâ ki yeni hayallerle, projelerle...
* CCSU: Central Connecticut State University
**Follow your bliss and don't be afraid, doors will open where you didn't know they were going to be.”
― Joseph Campbell
*** Formidable Vegetable Sound System: Muhteşem Sebze Ses Sistemi
*4 Permakültüre Giriş, 3. Bölüm, Örüntü Anlayışı
*5 BİSKUR : https://biskur.com/#
Buğday Dergisinde Biskur'la röportaj: https://www.bugday.org/blog/iyi-seyler-yapan-guzel-insanlar-biskur-bisiklet-kurye/
*6: cd mi, plak mı, yoksa digital platformlardan şarkı indirmek mi daha iyi doğa için?https://monotypepressing.com/the-environmental-impact-of-physical-music-formats-and-streaming/#:~:text=CDs%20themselves%20are%20not%20easily,can%20take%20centuries%20to%20decompose.
*7: Cam Tavan: https://www.sozcu.com.tr/cam-tavan-p192815
*8: 'All in all you're just another brick in the wall' 'We don't need no education, we don't need no thought control' (Another Brick in the Wall/Pink Floyd)
*9: “Permaculture is revolution disguised as gardening” - Mike Feingold, İngiltere'nin sürdürülebilir ve deneysel bahçecilik alanında önde gelen aktivistlerinden biridir.
*10 Just Kids -Patti Smith 2010
*11 Judith'in 'Masal Bu Ya' isimli radyo programının vereceğim linkine basıp, 18.Kasım.2018'e giderseniz benimle yaptığı sohbeti dinleyebilirsiniz: https://www.ntvradyo.com.tr/program/masal-bu-ya/474