4 Haziran 2025 Çarşamba

15. Permakültüre Giriş

Arkadaşım Deniz'in bahsettiği Geoff Lawton'ın permakültür tasarım kursunu buldum ve onu bitirerek süper kahraman pasaportu kazandım! (Bu espri, gördüğüm bir bahçe tabelasından aklıma geldi. 'Ben bahçıvanım. Senin süper gücün ne?'* diyor tabelada. Yani toprağa boncuk gibi bir şey gömmek ve ondan bir domates ya da ağaç geri almak hiç de mantıklı değil bakarsanız; gerçi tohum her şeyi kendi yapıyor ama olsun, topraktan bir ürün alabilmek benim gözümde süper güç, alabilen de süper kahraman! 

Permakültür tasarım sertifikamı aldığım gün koşa koşa anneme gittim. Annem: 'Ne oldun şimdi, bahçıvan mı?' dedi! 'O da işin içinde var ama çok daha kapsamlı bir şey!' dedim biraz buruk. 

Annemin sorusundaki diken bahçıvan olup olmamamla ilgili değildi; yoksa kendisi de güllerin, nanelerin, mis kokulu limonların kraliçesidir ama kızı Boğaziçi'nde İngilizce Öğretmenliği okuduktan, Amerika'da Eğitim Teknolojisi Mastırı yaptıktan sonra garsonluktan tut şarkıcılığa kadar pek çok çiçekten bal topladığı için biraz şaşkına dönmüştü. Yine de güzel annem 'eğitim eğitimdir' dedi ve Avustralya'dan aldığım içi kocaman bu çevrimiçi kursun sponsorluğunu üstlendi. Onun ve ablamın sayesinde Mavi Gezegen'den yeşil gezegenlere kamikaze gibi dalmış oldum! İkisi de benim biricik kitap ve kurs sponsorlarımdır. Ellerinden gıdıklarından ne kadar öpsem az gelir!


'Permakültür nedir? diye Google'a sorarsanız gökte yıldız kadar tanım çıkar ama kursu aldığım sıralarda 'biri sorarsa' diye ezberlediğim şöyle kısa bir cümle paylaşayım: 'Permakültür, sürdürülebilir yaşam alanları kurmamızı sağlayan bir tasarım bilimidir.' Böyle tanımlar fazla soyut geliyor insana ilk temasta ama permakültürü öğrendikçe, öğrendiğini uyguladıkça, uyguladığının çalıştığını gördükçe bu soyutluk elle tutulur olmaya başlıyor, sonra da yavaş yavaş bir düşünce ve yaşayış biçimine dönüşüyor. 'Yararlı bir bakteridir permakültür!' desem yeridir; seninle beraber tüm yaşam alanının ilişkilerini düzenliyor ve bağışıklığını yükseltiyor çünkü!

Ben çocukken ablam ODTÜ Endüstriyel Tasarım Bölümünde okuyordu. Onun odasındaki dev yamuk masayı, kocaman şeffaf kağıtları, şekil şekil cetvelleri çok havalı bulurdum. Mucitti benim ablam ya! Ütü, müzik enstrümanı, satranç takımı, mobilya ve başka bir sürü şey tasarlamıştı acayip acayip. Permakültür kursundan sonra bir tasarımcı sertifikası aldığım için havalara uçmuştum! Sonunda ben de ablam gibi tasarımcı olmuş muydum!? Tabi ki hayır ama yaşam alanımın sürdürülebilir olması için uğraşırken, tüm canlıların hayrına olan şeyleri yapmak için gerekli bilgileri öğrenirken ve bunları bir plan çerçevesinde aydınger kağıdına geçirirken resmen bir tasarımcı gibi hissediyor insan. Yeni bir icat yapmıyorsun (ki istersen yap, sana kalmış) ama yaşadığın evin önünü, arkasını, içini, bahçesini, balkonunu, alt yapısını tasarlıyorsun, her ünitenin birbiriyle arasındaki bağlantıları düzenliyorsun. Böyle bütüncül düşünmek ve plan yapmak başta çok zor geliyor ama alışıyorsun. Eğer üç birim zamanın varsa, iki birimi tasarım yapmaya, bir bölümü de onu uygulamaya ayırman gerektiğini öğreniyorsun. Ben hep paldır küldür işe koyulan, planlama aşamasından sıkılan biri olarak pek çok kez her şeyi baştan yapmak zorunda kalmışımdır. ‘Hâlâ da kalıyorum’ demek istemezdim ama maalesef, bile bile hâlâ lades! Eskiden zor geldiği içindi şimdi ise plan yapmaya gerekmeyecek kadar her şeyi bildiğimi düşündüğüm için! (Bakınız resimdeki minik Ayşe de nasıl keyif alıyor tasarımcı çıraklığından!)


'Tüm canlıların hayrına olan şeyler' dedim ya, çoğumuz zaten bu mayada insanlarız ama p
ermakültür öğrendiğinde başka bir pencere daha açılıyor kafanda; tavanda bir vasistas gibi. İyilikleri daha bilimsel, daha spesifik, daha fazla işe yarar ve sürdürülebilir yapabiliyorsun o zaman, çünkü doğanın işleyişini daha detaylı öğreniyorsun. Kendini bu dünyanın en zeki varlığı olarak görüp tüm canlılara tepeden bakarken, permakültürle ilgilendikçe zincirin sadece bir halkası olduğunu idrak ediyorsun. (Hatta bir halka bile olmadığımız söyleniyor; biz yok olursak dünya öylece, hatta daha da memnun bir şekilde yaşamına devam edecekmiş!) 'Tepeden bakmak' derken ukalaca bir tavırdan bahsetmiyorum; içine doğduğumuz, kanıksadığımız yaşam biçimimizden bahsediyorum; çoğunlukla farkında olmadan yaptığımız şeylerden... Örneğin yetiştirdiğimiz bir ürünü yiyor diye bir böceğe zehir sıkmak, sırf korktuğumuz için örümcekleri öldürmek vs. Korkuyoruz, 
bize zarar verebilir, çoğalır diye, hatta sırf sevmediğimiz, iğrendiğimiz için hiç tereddütsüz canlıları yok edebiliyoruz. Bu da bir nevi 'tepeden bakma' değil midir? (Tüm gece kanımızı emip bizi uykusuz ve sinirli bırakan sivrisinekler şu anki yaşam üçgenimin tepesine taht kurmuş hepimize tepeden bakıyorlar. Onlara karşı olan hislerimi permakültür bile değiştiremedi henüz; bir aydınlanma yaşarsam bir sonraki kitapta anlatırım)


Ünlü Fransız antropolog C. Levi Strauss'un bir röportajını izlemiştim. 'İnsan şunu öğrenmeli...' diyordu. 'Eğer insan saygıdeğerse, bunun sebebi öncelikle insan olması değil, yaşayan bir varlık olmasıdır. Böylece tüm varlıklar da aynı saygıyı hak eder.' İşte permakültür okuduğunda kafanda 'Neye göre yararlı neye göre zararlı?' sorusu parlıyor. Ürününe gelen 'zararlı' böcek olmazsa, onu yemeye bayılan 'yararlı' böcekleri de göremezsin etrafta. O yararlı böcekleri de yiyen başka büyük böcekler var ki onlar da kuşların en sevdiği ve yavrularını beslediği böcekler. E kuşlar ötsün şakısın, daldan pencerene konsun istiyorsan o 'zararlı' dediğin böceklere zehir sıkmayacaksın o zaman! ‘Toprağa özen göstermek, insana özen göstermek, adil şekilde üretmek ve paylaşmak’ diye 3 temele dayana bir etiği var permakültürün ve bu etiğe uygun şeyler yaptığında zaten insan merkezci** bir üçgenin tepesinden iniyor, evren merkezci çemberin içine giriyorsun. 

Yaşam alanım hayrına yapmayı öğrendiğim ilk şeylerden biri 'toprağı canlandırmak' oldu. Eskiden çiçek veya sebze fidesi dikeceğim zaman, saksımdaki kuru toprağı, üzerindeki kuru bitkilerle beraber poşete toparlar çöpe atardım ve yeni bitkileri, satın aldığım yeni toprağa dikerdim. Toprağın altın değerinde olduğunu ilk defa permakültür okuyunca öğrendim. Baktığım göğün üzerinde göremediğim ne çok galaksi varsa, bastığım yerin altında da bir o kadarı varmış, şaka yapmıyorum; 'bir avuç sağlıklı toprağın içinde mineral bileşenler hariç trilyonlarca bakteri, on binlerce nematod ve protozoa, kilometrelerce uzunlukta mantar ağı'*** bulunuyormuş. Kurusa da, sertleşse de o galaktik yapıyı çöpe yollamakla çok ayıp ediyormuşum. Onu canlandırmanın, yeniden hayata döndürmenin pek çok yolu varmış ve bunu 50cm. küp bir saksıda da yapabiliyormuşsun, 5 dönüm bir arazide de (ki onun adı artık ‘onarıcı tarım’*** oluyor ve alınası kurslar listemde top 10’da kendisi)…

Anlatacak ve öğrenecek o kadar çok şey var ki! Permakültürle biraz ilgisi olan bir misafir gelse onu esir alıyorum, bahçemi gösteriyorum, benden daha bilgiliyse soru yağmuruna tutuyorum. Ama bu kitapta amacım size fikir, ilham, heves bulaştırmak; işin detayını, bilimselliğini zaten üstatlar yazmış. Bir yerden başlamak isterseniz araştırmaya, Türkçeye çevrilmiş kitaplar arasından Bill Mollison ve David Holmgren’in yazdıklarından başlayabilirsiniz; onlar 1970’lerde bir tasarım sistemi olarak permakültürü geliştiren kişiler. Bunlar dışında kaynak kitaplar, videolar, bloglar, makaleler, podcast’ler bol! Kurs almak isterseniz, çevreye ve dünyamıza olumlu bir etki yaratma isteği haricinde hiçbir ön koşul olmadığını biliniz. İster yüz yüze ister çevrimiçi çalışabileceğiniz pek çok eğitmen var artık.  Permakültür Araştırma EnstitüsüİstanbulPermakültür Kollektifi ve Permakültür Platformu da takibe alınacak ilk üç oluşum. 

Mavi Gezegen'de Permakültür


Permakültür kursunu bitirdikten sonra eğer sertifika almak istiyorsan bir proje yapman gerekiyor. Bu projede istediğin bir yaşam alanını seçiyorsun -ki bu bir balkon da olabilir, bir bahçe ya da bir arazi de – ve onu öğrendiğin permakültür prensipleriyle yeniden düzenliyorsun. Günümün büyük bölümü Mavi Gezegen’de geçtiği için ben onun bahçesini projelendirmeyi seçmiştim. Belki tasarımı uygulayabilirsem Mavi Gezegen'in bahçesi için de hayırlı bir şey olur diye düşünmüştüm. Pek öyle olmadı; fikirlerim Mavi Gezegen tarafından maliyetli ve uçuk bulundu ki nedenini gayet iyi anlıyorum; mutfaktan bahçeye teleferikle atık su indirmek, yokuş aşağı beton yola ray döşeyip oradan inip çıkan vasıtalardan enerji elde etmek gibi şeyler belki bir anaokulu değil tema parkı için tasarlansaydı, garip karşılanmazdı. Oysa Ghandi'nin bir sözü vardır: 'Her şey, gerçekleştirilene kadar imkânsız gözükür.' 

Neyse ki Geoff hoca projeyi beğendi ve yıldızlı pekiyi ile sertifikamı kazandım! Bir yıl sonra Çanakkale'de katıldığım bir Permakültür Uygulama kursunda ise beni gülümseten beklenmedik bir şey oldu. Doğal bahçesi olan ünlü bir okulun yetkilisi yanıma gelerek bir sunumda bahsettiğim Mavi Gezegen projemi çok beğendiğini ve bu fikirleri kendi okulunda uygulayıp uygulayamayacağımı sordu.  Hiç beklemezken Oscar alan bir aktris gibi şaşırıp kaldım! Demek ki fikirlerinin benimsenmemesi onların iyi olmadığı anlamına gelmiyor. Zamanı değildir, yeri değildir, fikrine küsmemek lazım. 

Şu teleferik önerim hiç de uçuk kaçık gelmemişti bana aslında. Bahçede sulama kaynağı
yoktu ve şebeke suyunu ya da kuyu suyunu kullanmak en son tercih olmalıydı yeni öğrendiğim kadarıyla. Bir gün aşçımızı,
 bahçeden yüksekte olan mutfağın balkonunda gördüm ve fikir o an geldi. Her gün kilolarca meyve - sebze yıkayan aşçımız o suyu lavabodan gidere göndermek yerine biriktirecek ve
fırsat buldukça balkondan teleferiğe asıp aşağıya bahçeye yollayacaktı. Bu suya 'gri su' dendiğini öğrenmiştim. Tuvaletlerden gelen hariç bütün evsel atık suları ifade ediyordu ve fazla patojen içermediğinden bahçe sulamak için memnuniyetle kullanılabilirdi. Bahçede ektiklerimizi bu suyla suladıktan sonra boşalan bidonları bir çıkrık çevirerek geri yukarı paslayacaktık. Çocuklar için sportif ve eğlenceli bulunacak bu faaliyet hem bahçeye suyu getirecek hem de su faturasına bir şey yansıtmayacaktı! Tarihteki ilk teleferik aslında havadan giden basit kablolu bir yol demekmiş. İnsan ulaşımı için değil, bir araziden değirmene ya da tren istasyonuna buğday, çay, şeker kamışı filan yollamak için kullanılırmış. Benim hayalimdeki tam da buydu. Çıkrıkla, güneş enerjisiyle ya da yerçekimiyle çalışan ve bahçeden mutfağa, mutfaktan bahçeye malzeme aktarımı için kullanılacak kablolu bir yol! Eğer projemi uygulayabilseydim bahçede tavuk da besleyecektik ve  mutfaktan onlara bir kablo hattıyla yemek atığı indirmek de çok pratik olacak ve 'atıksız mutfak' konseptine giriş sağlayacaktı.


Ray meselesi de komik ama işlevsel bir fikirdi kendimce. Bir yokuş vardı okulun kapısından aşağı kapıya inen. Çocuklar oradan kaykayla, oyuncak kamyonlarla yarış yapıyor ve her seferinde uçup kafa göz yaracaklar diye beni hoplatıyorlardı. Eğer o yola bir ray döşersek, ve raya çocukların bineceği basit ahşap vagonlar sabitleyebilirsek çocuklar kontrollü bir şekilde aşağı hızla inebilir diye düşünmüştüm. Vagonların iniş çıkışları da kinetik enerji ile bir aküyü doldurabili
rdi. Yolun kenarına o aküyle yanacak lambaları da iliştirdik mi geceleri zifiri karanlık olan o yol masaldan bir sahne gibi gözükebilirdi!  Rahmetli babamın uydurduğu masallarla büyüyen ben büyülü şeyleri hep sevmişimdir. Permakültür prensipleriyle bir tasarım yaparken bir ünitenin birden fazla amaca hizmet etmesini sağlamalısın. Bu raylı vagon bu okul bahçesi için hem güvenli ve fiziksel egzersize motive eden bir oyuncak hem de elektrik harcamadan aydınlatma sağlayacak bir ünite olmuş olacaktı. 'Hadi yap bunu!' deselerdi nasıl yapacağım hakkında bir bilgim yoktu, ben sadece fikir bulucuydum; ama sora sora Bağdat bulunuyorsa, akülü raylı vagon da yapılırdı!

Hayvanları, bitkileri, insanları ve yapıları birbirine bağlayan pek çok şey düşünüp tasarladım bu proje için. Benim için muhteşem kafa açan bir deneyimdi, ama ödülü sadece bir sertifika değildi. Ben hem kişi hem öğretmen olarak değiştim! Mavi Gezegen'deki amacım çocukları salt dışarı çıkarmak, yaz kış bahçede bir şeyler yaptırmak iken, PK eğitimi aldıktan sonra tüm bildiklerimi çocuklara anlatmak üzerine kafa yorar oldum. 4-5 yaş için uyarlamalar yaptım, oyunlar icat ettim, şarkılar besteledim. Suyu tutmak, tohumu biriktirmek, toprağı beslemek, gıda elde etmek, ortak iyiliğimiz için işbirliği yapmak üzerine sayısız etkinlik ürettim. 20 yıl sonra potansiyel dünyayı kurtaracak çocuktu hepsi gözümde ve ne öğretebilirsem, ne alışkanlık, farkındalık kazandırabilirsem kârdı.

Evimizde, Hayatımızda Permakültür

Permakültür öğrenmeye başladıktan sonra hayatımız çok renklendi; doğayla uyumlu yaşama becerileri öğrenirken sayısız yeni deneyim edindik. (Aslında AyşeCan'ın yaşadığı şey tarafımca çocuk süzgecinden geçirilip onlara takdim edilen 'yeni veri girdisi' benimki ise birçok yeni verinin yanı sıra yanlış bildiğim eski verilerin doğrularının bünyeme yüklenmesi ve buna adaptasyon çalışmaları idi.) 
Gözlem yapmak mesela, daha iyi bir planın yoksa otları yolmamak, 'problem aslında çözümün ta kendisidir' demek, toprağın üstünü örtmek, doğayla boğa gibi didişmek yerine onunla kuzu sarması olmak, topluluk ekonomisi, mikro iklim, eneri döngüleri... Öyle çok şey var ki; aklıma ilk gelenler bunlar. Bunlar ve niceleri hep yavaş yavaş, yıllar içinde yüklendi sistemime, hatta çoğunu hâlâ deneyimleyemedim... Geoff Lawton'ın bir sözü vardı sevdiğim:  'Dünyanın tüm problemleri bir bahçe içinde çözülebilir'.  Birbirine füze yollayan ülkelerin haberleriyle içimin karardığı şu günlerde bu cümle daha da anlamlı geliyor. Keşke o ülkeler bir okulun yan yana sınıfları gibi olabilseydi. Keşke aynı arka bahçede buluşup tüm dünyanın hayrına sahip oldukları nimetleri çoğaltıp paylaşabilselerdi. 'Hayalperest olduğumu mu düşünüyorsun? Ama ben tek değilim!' (John Lennon - Imagine)****


AyşeCan'ın anaokulunda gerçekleştiremediğim pek çok fikir, kendi yaşam alanımızda hayat buldu. Gri suyu, siyah su niyetine kanalizasyona göndermeden evvel bir kere daha kullanmak mesela, o gün bugündür evde uyguladığımız bir şey. Duşta bir kova bulunduruyoruz; o da bizimle beraber banyo yapıyor. Bir iki kişi banyo yaptıktan sonra kovadaki suyu sifon çekmek yerine tuvalette kullanıyoruz. Lavaboda ise bir leğen duruyor hep; bir şeyleri sabunsuz yıkarken biriken su ile ev bitkilerini suluyorum. Marmaris'e bahçe katındaki evimize yerleştikten sonra lavabonun giderinin direk dışardaki su deposuna bağlandığı ve oradan da bahçemizi suladığı daha komplike sistemler yaptık ama şehirde oturduğumuz hiçbir evde böyle bir imkân yoktu, yine de çeşitli şekillerde yağmuru ve ev suyunu biriktirmeyi başardık. Dünyanın Grand Slam, Avustralya ve Amerika Açık kazanan ilk zenci tenisçisi Arthur Ashe şöyle demişti: 'Neredeysen orada başla. Elinde olanı kullan. Ne yapabiliyorsan onu yap.'***** Biz de aynen öyle yaptık. 

Suyun bir gün musluğu açtığımda ulaşabildiğim bir şey olmayabileceğini hissettiğim günden beri suyu öpe koklaya kullandık. Arabamızı hortumla değil, bir kova suyla yıkamaya başladık ve hayretle bu miktarın gayet de yettiğini gördük. Yağmuru depolamak için projeler uydurduk. Yandaki resimde şunu görüyorsunuz: Evin hiç açık balkonu yok, yağmur pencerenin dışında bize el sallayarak akıp gidiyor. Biz de PVC boruları soba borusu gibi ekleye ekleye dışarı uzattık. İçine daha çok yağmur damlası girsin diye de bir amerikan servisini huni gibi yapıp borunun ucuna yapıştırdık. Bu basit Zihni Sinir projesiyle öyle çok su kovamıza akıttık ki inanamazsınız. Tabi çocukların dikkatlerini çekmek için bu tip projeleri heyecanla anlatmak ve onları da yapım aşamasına davet etmek benim naçizane başarımdır. 'Bakın ne yaptım!' değil, 'Hadi beraber yapalım!' demek lazım, o zaman muhteşem bir sinerji doğuyor. Ve beraber yapılan şey, unutulmaz oluyor. Çocukluğuma inerek şunu kesin söyleyebilirim: hatırladığım şeyler gelen hediyeler ya da pahalı oyuncaklar değil, annemle babamla hep beraber eğlenerek yaptığımız şeylerdi. 

Yağmur suyu ve gri su yanında deli gibi de tohum biriktirmeye başladım. Toprağa erişimi olan ve ondan bir gıda alabilmiş herkesten tohum rica ettim. İlkokuldaki pul koleksiyonumdan sonra hiç böyle zevkle bir şeyi biriktirmemiştim; rengârenk akıllı bıdıklar...  Biriktikçe sanki bankada paracıklarınız çoğalmış gibi hissediyorsunuz, gururlanıyorsunuz... Balkonu deney laboratuvarına çevirdim. Topladığım her tohumdan ürün almaya uğraştım. Bu yüzden de bir türlü doya doya domates ya da herhangi bir şey yiyemedik çünkü bir domates varsa, yanında devedikeni, karakafes otu, latin çiçeği, börülce, mısır, ayçiçeği oluyordu mesela. Hepsi seyirlik! 'Başardım, büyüttüm, tohum aldım' diyebilmek için! 

Ayşe Can balkona girdiğinde Amazon ormanında kaybolmuş iki tavşan gibi görünürlerdi gözüme. 'Hadi bana biraz maydanoz toplayın gelin!' gibi görevler verirdim ki Amazon'daki endemik bitkilerle tanışsınlar!
Yaprağını tanımaca, kokusundan bulmaca  gibi bir sürü oyun oynardık. İşe yaradı aslında, özellikle Önal Apartmanındaki  evimizin balkonundaki her bitkiyi tanıyorlardı; biberiyeyi kekikten, fesleğeni naneden, adaçayını lavantadan ayırt edebiliyorlardı. O günlerde manavda bir adamı görmüştüm; 'Bu turp mu?' diye tezgahtara soruyordu.  O adamın yanında benimkiler gayet Lokman Hekim sayılabilirdi. 
 
En hoşuma giden şey de koca koca döngülerin hepsine şahit olmalarıydı. Tohumu beraber ekiyor, büyüyüp iki kulaklı oluşunu beraber görüyor, çiçeklenince 'aman da aman' diye seviyor, üzerine konan böceklerin fotoğrafını çekiyor, sonra kuruyup milyon tane tohum verdiğinde hasadı beraber yapıyorduk. AyşeCan'la beraber ben de düzinelerce ot, bitki, çiçek, çalının hayat döngüsünü öğrendim. Tek pişman olduğum şey bu öğrendiklerimi düzenli olarak bir yere yazamamış olmamdır. Nurçin diye bir arkadaşım olmuştu bir permakültür kursundan, cilt cilt el yazması defterleri vardı; nasıl hayran kalmıştım. Her bitki hakkında öğrendiği, gözlemlediği her şeyi yazmıştı. Böyle bir günlük tutarsanız kendinize, etrafınıza ve bitkilerinize çok faydalı olabilir. 





Bir gün oturup bir fesleğen dalından kaç tohum çıktığını hesapladım ve düşüne taşına kafam yandı; bir tohum ekince en az 1000 tane geri alıyordun! Böyle bir sistem içinde nasıl kıtlık, açlık olabilirdi? Aldığın 1000 tohumdan 200 tanesini kendin için yeniden eksen, çoluğuna çocuğuna eşine dostuna yeter de artardı. Geri kalan 800 tohumun 600'ünü satsan, 200'ünü de bedava dağıtsan, ya da takas yapsan, hatta kurda kuşa aşa bile gitse müthiş bir bereket bolluk filmi çekerdik, hepimiz de başrolü paylaşırdık. Fesleğen sadece bir örnek! Böylesine cömert bir doğanın içinde yaşamamıza rağmen piranha dişli kapitalist ekonomik sistem hepimizi hapur hupur yedi bitirdi. Ne vahim ki paramız olmadan dışarda bir gün geçirmemiz neredeyse imkansız oldu! Sokağa çıktıktan eve girene kadar etrafta gördüğüm herkesi piranha sanmaya başladım ben! İşte, aslında etiği 'dünyaya özen göstermek, insana özen göstermek ve zaman, para ve enerji fazlasını dünyaya ve insanlara özen gösterme amacını gerçekleştirmek için kullanmak ' olan bir sistem ekonomik sistemimiz olsaydı, çok daha mutlu, birlikte ve berekette yaşardık sanırım. Eko-sosyalizm ( ya da ekotoplumculuk*6), kadrajı permakültüre benzeyen böyle bir sistem olarak telaffuz ediliyor. Okuyalım, hayal kuralım, hayata geçirelim! (Kısaltırsak: OHH!)


Permakültür sayesinde hayvanlarla sanki bir belgeselin içine düştük! Her diktiğimiz, büyüttüğümüz bitki bir canlıyı çekiyordu. Ne kuşlar yumurtladı balkonumuza; büyüttük, uçurduk... Polenli, nektarlı şeylere arılar, kelebekler, uğurböcekleri geldi. Başka evlerde, başka habitatlar yapınca daha farklı canlıları çektik kendimize; mesela gölet yapınca kurbağalar, yusufçuklar geldi, çekirgeler ve peygamberdeveleri neye geldi unuttum ama onlar da bize çok göründü. Hatta müzikseverlerinden biri eve girdi ve uzun süre Gökhan'ın gitarı üzerinde yaşadı. 


Kompostun çeşitlerini öğrenelim derken solucanlarla tanıştık. Ben kımıl kımıl hayvancıklardan pek hazzetmem ama çocuklar onları hiç yadırgamadılar. Vermikompost denen ve solucanların dışkılarından oluşan verimli kompostu elde edebilmek için 500 adet solucan getirtmiştik internetten. O günü hiç unutmuyorum. Hepimiz heyecanlıydık. Onlara ev yaptı AyşeCan. Biz beslendikçe onlar da beslendi. 
Onların kakalarıyla beslenen bitkilerimiz bizi daha da iyi besledi…


Permakültürü hâlâ çalışıyorum, okuyorum ve hayatımız hâlâ (iyi anlamda) değişmeye devam ediyor. 


Resim1) Can'ın yatağının kenar korkuluğunu çıkarıp duvara çakmıştım dikey bahçe yapmak için. Bir sürü pet şişeden bozma saksı alıyor böyle bir yapı.


Resim 2) Genelde ev bitkileri yalnızdır, tek kişilik odalarında kalırlar bir saksıda. Ben bir deney olarak fasulyeyle kauçuk oda arkadaşı olabilecek mi diye baktım. Sonuç olumlu idi.





Resim: 3 'Anne ayaklarına bak! demişti Can mısırı göstererek! Mısırın ayaklarına hayran kaldım ben de sonra!


Resim 4: En sevdiği nohut yemeğinin bir bitkiden
geldiğini ilk balkonumuzda öğrendi Ayşe'm ve çiğ nohuta da bayıldı!






 














* 'I am a gardener. What's your superpower?' empressofdirt.net

*** https://www.bugday.org/blog/ekosistem-sagligi-icin-onarici-tarim/

****You may say that I'm a dreamer. But I am not the only one! - John Lennon-Imagine

***** 'Start where you are, use what you have, do what you can!'

*6 Ekotoplumculuk - Andre-Jacques Holbecq - Yeni İnsan Yayınevi