Velilere yazdığım, dersimi anlatan ilk yazıydı bu. Öyle büyük bir sevgi akışı olmuştu ki hem çocuklardan hem velilerden, bu beni çok gaza getirmiş, yaratıcılığımın kapağını açmıştı. Her derste, mevsime göre bahçede bir ambiyans yaratıyor, bir dekor hazırlıyordum; bir semt pazarı sahnesi, bir kamping alanı, su savaşı düzeneği, çamaşır yıkama meydanı, açık hava konser mekânı gibi. Çocuklar ders saatinde koşar adım bahçeye geliyor, benden sonraki derse hep geç kalıyorlardı ayrılmak istemedikleri için.
Okyanusun üzerindeki yakamoz pırıltıları gibi etkileşimler, farkındalıklar oluyordu çocuklarda. Bunlar, rapor edebileceğin bilimsel sonuçlar değildir elbette, bir diyafram nefesi boyu hissettiğin minik şeylerdir. Hatta hissetmediğin, fark etmediğin kazanımlar da olur; bir şeker paketi bu, içi sürprizli! O gün o saatte yirmi çocuk, doğa ananın kucağından neyi alması nasipse onu alır ve giderdi. Kimi eteğindeki çakılları bir güzel boşaltır, rahatlar; kimi yeni bir şeyler duyar, kafada bilgileri bağlar, kimi fikirler bulur, zıplar, kıkırdardı... Dünyanın en güzel dersiydi bu bana göre! Ders değil, çocukluğumdu!
Bazen derste ne anlatacağımı, ne öğretmek
istediğimi planlardım. Örneğin bu resmin çekildiği günkü derste konu ‘Trabzon
Hurması’ydı. Çocukları ‘Bugün sizi hem tadı nefis hem de bizi hastalıklardan
koruyan bir meyveyle tanıştıracağım!’ diyerek ağacın dibine götürmüştüm. AyşeCan’ın
eski cibinliğini astım bir dala, oturacak yerler ayarladım ve uzman konuk hurma
ağacımız sahneye çıkmış gibi oldu. Aslında planladığım şey sadece meyveden
bahsetmek ve bir gün önceden toplayıp evde yaptığım hurmalı milkshake’i* çocuklara
ikram etmekti. Ama bir çırpıda içeceğini içen çocuklar ağaca tırmanmak
istediler, yardımcı öğretmenimle beraber onlara yardım ettik; zaten çok alçak ve çocuk dostu bir ağaçtı canım benim, çok misafirperverdi. Sonra hurma
toplamak istediler, Derken cibinlik içinde uyumalar mı dersin, birbirini hurma yemeğe davet etmeli komşuculuklar mı dersin, oyunlar çeşitlendi, uçtu gitti... İşte bu şekilde ilerleyen derslere ‘yarı
yapılandırılmış’ diyebiliriz. Başta belli bir gelişimi hedefleyen yol
haritası var, sonra yaratıcılık devreye giriyor.
Bazen de örtüyü atar çimlere ‘Haydi gelin şu hayvan kartlarını oynayalım!’ derdim, ya da saklambaç, istop oynamak için harika bir gün olurdu.. Bu tür oyunlar ‘yapılandırılmış’ oluyor çünki kuralları belli; mantık kullanmak ve akıl yürüterek bir çözüm bulmak gerekebiliyor. ‘Serbest oyun’, adı üzerinde; neyle, nasıl, kiminle oynayacağını çocuk seçiyor. Ama ‘serbest’ deyip de bir kenara çekildiğim hiç olmadı; yaratıcılıklarını kamçılamak için açıkçası kendime delice işler çıkarırdım; evde ne kadar leğen, kap kacak, huni, kepçe vs varsa okul bahçesine taşımak gibi... Sırf Haziran sıcağında sulu oyun oynasınlar diye. (Onları günün sonunda toplayıp temizleyip geri eve götürme zamanı geldiğinde ‘Sen niye daha zahmetsiz bir ders yapamıyorsun?’ diye kendime sorduğum çok olmuştur! Ama hayal güçleri mısır gibi patlıyordu. Keşfettikleri, uydurdukları şeyler beni o kadar heyecanlandırıyordu ki, daha da acayip dersler tasarlayasım geliyordu.
Ben bu kafaya bayılmıştım! Hep bunu yapabilmeyi istedim sonra; hem kendi çocuklarımla hem öğrencilerimle.
Kendime yarattığım çiçeği burnumda işimin ilk yılı, mevsimlere uygun temalar, anlatılacak şeyler ve oyunlar bularak su gibi geçti. Ders çocuklar, öğretmen arkadaşlarım ve veliler tarafından çok sevildi. Ama bir eksik vardı içimde, bir yetmezlik hissi. Yani çocukların rastgele fırlattıkları soruların hepsine cevap veremiyordum. İşimi çok ciddiye alıyor, her dersim için detaylı bir ön çalışma yapıyordum ama doğanın işleyişi hakkında daha kapsamlı bir bilgi için içimde bir açlık vardı. Bu noktada tam Lao Tzu'nun dediği gibi bir şey oldu: 'Öğrenci hazır olduğunda öğretmen ortaya çıkar. Öğrenci gerçekten hazır olduğunda ise öğretmen ortadan kaybolur.'
Bir gün Yeşil Gazete'de* ilkokul arkadaşım Deniz Üçok'u gördüm. 1980'lerden beri görmediğim bu tatlı kızı çok güzel işler yapan, yaratıcı, tasarımcı, girişimci güzel bir kadın olarak görünce karşımda çok heyecanlanmıştım. Deniz permalkültür kapsamında bir oluşum olan 'Permablitz'den bahsediyordu. İlk olarak 2006’da Melbourne’dan çıkan Permablitz'in amacı, bir şehir bahçesini permakültür prensipleriyle yenebilir bir bahçeye dönüştürmekmiş. Deniz de Permablitz İstanbul'u başlatan kişi olmuş. İçinde yaşamaktan çok mutlu olacağım ama dilini bilmediğim bir ülkeyi anlatıyor gibiydi Deniz... Hemen koştum Bodrum'da arkadaşıma hediye ettiğim 'Permakültüre Giriş'* kitabını yeniden satın aldım. Daha sonra Deniz'in telefonunu bulup onu aradım. Yirmi beş yıllık bir özgeçmiş alışverişinden sonra Deniz'cim bana Geoff Lawton diye bir öğretmenden Permakültür Tasarım Sertifikası aldığını, ve bunun çok hayatdeğiştiren bir deneyim olduğunu (ya da buna benzer bir cümleydi tam hatırlamıyorum) söyledi. İlgiyle, kalbim çarparak dinlerken Deniz'i, birden içimdeki çalkantılı deniz taşıverdi. Deniz'e nâzır hüngür hüngür ağladım! Bunun biten evliliğim ve içine düştüğüm boşlukla ilgili olduğunu ve konuşma sonrasında da çok utandığımı hatırlıyorum. Düşünsenize, 25 yıldır görmediğin bir ilkokul arkadaşın arıyor seni işin gücün arasında ve birden psikolojisini sağanak gibi boşaltıyor üzerine... Neyse, sanırım Deniz hoş görmüştür bu 'taşkın'lığımı... Çok istememe rağmen hiç görüşemedim onunla, ama Permakültür'e onun sayesinde, çok doğru bir hocayla ve çok doğru bir zamanda başladım. Bu yüzden minnettarım Deniz'e. Her nerede ve ne yapıyorsan, dalgaların hep ışıl ışıl olsun; insan için, dünya için kelebek etkisi olmaya devam et güzel arkadaşım.

Mavi Gezegen’de geçirdiğimiz yıllar boyunca Fulya ve Tuğrul idari birer kişilikten çok iyilik meleği pozisyonunda kaldılar. Sayısız fedakarlık, incelik ve yardım hatırlıyorum. Örneğin Can dilini yardığında o gün bir şey yiyemeyeceği için onu okula göndermeyecektim, Fulya ‘Sen gönder oğlumu!’ dedi. Akşam öğrendim ki haftalık menüde oynama yapmış. İçinde Can’ın yiyebileceği daha çok sıvı şey olan menüyü o güne almış… Bu benim aklıma bile gelmezdi! Sonra bir gün Ayşe’nin bez bırakma çalışmalarında iyiye giderken, çocuğu okula bezle yollamışım, Tuğrul onca işinin arasında çarşıya gidip Ayşe için kilot almış. Normalde ‘Aman annesi bezle göndermiş bugün n’apalım!’ demeleri beklenirdi. Sonra çılgın yağmurlarda taksi bulamadığımızda Tuğrul’un yine işi gücü bırakıp bizi evi bırakması filan… O kadar incelikli şeyler ki bunlar, bir kahvenin 40 yıl hatırı varsa bunların hatırı ömrü aşar!
I want
to learn what life is for
I don't want much, I just want more
Ask what I want an I will sing
I want everything...everything.
I'd cure the cold and the traffic jam
If there were floods, I'd give a dam
I'd never sleep, I'd only sing
Let me do everything...everything.
I'd like to plan a city, and play the cello
Play at Monte Carlo, play Othello
Move into the White House, paint it yellow
Speak Portuguese and Dutch
And if it's not too much...
I'd like to have the perfect twin
One who'd go out as I came in
I've got to grab the big brass ring
So I'll have everything...everything.
I'm like a child who's set free
At the fun fair
Every ride invites me
And it's unfair
Saying that I only
Get my one share
Doesn't seem just
I could live as I must
If they'd...
Give me the time to turn the tide
Give me the truth if once I lied
Give me the man who's gonna bring
More of everything
Then I'll have everything
Everything.
Her Şey – Barbra Streisand
Hayatın ne için olduğunu öğrenmek istiyorum
Çok şey istemiyorum, sadece daha fazlasını istiyorum
Ne istediğimi sorun ve şarkı söyleyeyim
Her şeyi istiyorum... Her şeyi.
Soğuk algınlığını ve trafik sıkışıklığını tedavi etmek
isterdim
Seller olduğunda barajlar koymak…
Hiç uyumazdım, sadece şarkı söylerdim
Her şeyi yapmak isterdim… Her şeyi.
Bir şehir planlamak ve çello çalmak isterdim
Monte Carlo'da oynamak, Othello’yu oynamak,
Beyaz Saray'a taşınmak ve onu sarıya boyamak,
Portekizce ve Flemenkçe konuşmak
Ve eğer çok fazla değilse...
Mükemmel bir ikizim olsun isterdim
Ben içeri girdiğimde dışarı çıkacak biri
Başarılarımın karşılığını almak isterdim
Böylece her şeye sahip olurdum... Her şeye.
Serbest bırakılmış bir çocuk gibiyim
Lunaparkta
Her sürüş beni davet ediyor
Ve sadece tek biletim olduğunun
söylenmesi adil değil
İstediğim gibi yaşayabilirdim, eğer…
Bana gel-giti tersine çevirmek için zaman verilseydi
Gerçekler verilseydi, bir kez yalan söylediğimde bile
Her şey’den de fazlasını verecek bir erkek verilseydi
O zaman her şeye sahip olurdum…
Her şeye….
****Bu milkshake o kadar güzel ki Trabzon Hurmasını sevmiyorsanız Aslı Balakin’in ‘Dokuzuncu Bulut’ bloğundaki tarifi deneyin derim. Aslı Balakin Türkiye’nin 2009’da yazmaya başlayan en eski yemek blogger'larından. Her tarifini çok severek yaparım. https://www.dokuzuncubulut.com/index.php/icecekler/368-hurma-milkshake.html