10 Mayıs 2025 Cumartesi

14. Mavi Gezegen Anaokulu ve 'Haydi Dışarı!'

 

Mavi Gezegen de Bodrum gibi hayatımın yıldızlarından biridir... Hayatımın yıldızları  birleşerek bir takım yıldızı oluşturmaya başlamaktadır.

Bodrum dönüşü, AyşeCan için bahçesi plastik olmayan bir yuva arayışına giriştik. Plastik oyun parkları, hele o suni çim zemin kaplamalar bende 'koşarak kaç' refleksi oluşturuyordu. Birkaç günlük gezi, görü, hüsran sonunda bir anaokulu çıktı ki şapkadan, ilk görüşte aşık oldum ona! AyşeCan'ın üçüzü gibi yapıp ben de kaydolmak istedim... O nasıl büyük ve bereketli bir bahçeydi Tanrım, ya ben Bodrum'a geri dönmüştüm ya da Bodrum benim peşime takılmıştı! Ortalık tamamen doğal otlarla, yoncalarla bezenmişti; ağaçların kimi çiçeğe kimi meyveye durmuştu, tanıyabildiklerim arasında erik, elma, nar, ayva, dut, zeytin, kuşburnu, kayısı, ceviz, Trabzon hurması vardı! Çalılar vardı; böğürtlen, filbahri gibi... Güller vardı, asmalar vardı... 

Okulun sahibi ve müdürü Fulya'yla kitaplar ve oyuncaklarla dolu, tavanı ve hayat enerjisi yüksek odasında tanıştım. İ
çi içine sığmıyordu; eğitimde iyi ve yeni bir şeyler yapmak için can atıyordu. Kızıl saçları, çilleri, afacan gülüşü, reklam kokmayan içten konuşmasıyla çok güven vermişti bana. Eve uçarak gittim ve AyşeCan da ertesi gün el ele Mavi Gezegen Anaokulu’na başladılar!

Fulya, eşi Tuğrul ve değerli öğretmen ekibi daha ilk senesinde (2014) bu okulu uçurdular! Çocuklar dalından meyvelerle beslendiler, Fenerbahçe'nin havuzunda yüzdüler, Ebru yaptılar, kodlamayla oyun oynadılar (ki o zaman için çok yeniydi bu), daha neler neler.. Ama her şeyden öte, AyşeCan okul çıkışında arabaya gitmek istemiyordu. Bahçe bir tılsım gibi onları çekiyor ve oyun yeniden başlıyordu! Etekler, şortlar zil çalıyordu!





















Fulya'ya dedim ki bir gün: 'Bahçeniz o kadar büyük, güzel ve doğal ki, burada çocukların yaz-kış sınıflarından çıkıp bahçede vakit geçirmesini sağlayacak 'Haydi Dışarı!' diye bir ders yapsak, öğretmeni de ben olsam!' Ona söyleyecek çok fazla cümle hazırlamıştım, 'Doğadaki Son Çocuk' kitabından bahsedecektim, ama buna hiç gerek kalmadan Fulya tereddütsüz: 'Süper! Anlaştık!!' deyiverdi! Bu kadının cesaretine, yeniliklere açık oluşuna ilk o zaman şapka çıkardım; ne kadar şanslı olduğuma da şaştım kaldım! Voltaire'in lafını duymuş muydunuz: 'Şans boş bir kelimedir; nedensiz hiçbir şey var olamaz.' Taşlar sonradan sonradan oturdu kafamda; yolunu çiziyordu hayat haritam, durak durak.

'Haydi Dışarı!' sloganını 'Doğadaki Son Çocuk' dan almıştım. Kitabın yazarı Richard Louve, kafa dengi birkaç arkadaşıyla birlikte 'Çocuklar ve Doğa Ağı'nı (Children and Nature Network) kuruyor (2006) ve çocukların dışarıda daha çok vakit geçirmesi için Amerika çapında bir hareket başlatmış oluyordu. 'Dışarı Çık ve Oyna!' (Go Outside and Play!), 'İçeride Çocuk Kalmasın' (No Child Left Inside) ve benzeri pek çok kampanyanın çıkmasıyla ülkede okullar, belediyeler, eğitimciler, ebeveynler bir araya geliyor ve çocukları bilgisayar başından doğaya yönlendirmek için çalışmalar yapmaya başlıyorlar. 'Siz ne yapabilirsiniz kendi semtinizde?' diye bir soru ile bitiyordu kitap... İçimdeki tırtıl daha o an kanatlanmıştı zaten ve artık çılgın fikirlerimi uygulamak için bir gezegen de bulmuştum! Sanırım Fulya da benim, çocuklarını emanet edebileceği hafif kaçık ama sevgi dolu biri olduğumu hissetmişti. Bu karşılıklı güven duygusu çok güzel meyveler verdi, tam dört yıl... Resmen kendi şansımı kendim yarattım be dostum!** Mr. Abed duysa ‘Well done (aferin) Ebru!’ derdi.***




'HAYDİ DIŞARI!'

'Haydi Dışarı dersinde tohum ekeceğiz, bitki, çiçek dikeceğiz, doğadan ve hayvanlardan konuşacağız, toprakla oynayacağız, atıkları geri dönüştüreceğiz, suyu dikkatli kullanmayı ve daha pek çok şeyi öğreneceğiz. Bazen de sadece müzik dinlemek, kurabiyemizi yemek, kitap okumak, sohbet etmek, ya da yere yatıp bulutları seyretmek için bahçeye çıkacağız; doğanın bir parçası olmak, hiçbir bilgi akışı, bir yönlendirme olmadan sessizce bu keyfi yaşamak için... Haydi Dışarı’nın amacı çocukların doğaya karşı duydukları aşkı ve merakı körüklemek, buna daha fazla zemin hazırlamak, unutmayacakları anılar oluşturmak...' 

Velilere yazdığım, dersimi anlatan ilk yazıydı bu. Öyle büyük bir sevgi akışı olmuştu ki hem çocuklardan hem velilerden, bu beni çok gaza getirmiş, yaratıcılığımın kapağını açmıştı. Her derste, mevsime göre bahçede bir ambiyans yaratıyor, bir dekor hazırlıyordum; bir semt pazarı sahnesi, bir kamping alanı, su savaşı düzeneği, çamaşır yıkama meydanı, açık hava konser mekânı gibi. Çocuklar ders saatinde koşar adım bahçeye geliyor, benden sonraki derse hep geç kalıyorlardı ayrılmak istemedikleri için. 

Okyanusun üzerindeki yakamoz pırıltıları gibi etkileşimler, farkındalıklar oluyordu çocuklarda. Bunlar, rapor edebileceğin bilimsel sonuçlar değildir elbette, bir diyafram nefesi boyu hissettiğin minik şeylerdir. Hatta hissetmediğin, fark etmediğin kazanımlar da olur; bir şeker paketi bu, içi sürprizli! O gün o saatte yirmi çocuk, doğa ananın kucağından neyi alması nasipse onu alır ve giderdi. Kimi eteğindeki çakılları bir güzel boşaltır, rahatlar; kimi yeni bir şeyler duyar, kafada bilgileri bağlar, kimi fikirler bulur, zıplar, kıkırdardı... Dünyanın en güzel dersiydi bu bana göre! Ders değil, çocukluğumdu!

Bazen derste ne anlatacağımı, ne öğretmek istediğimi planlardım. Örneğin bu resmin çekildiği günkü derste konu ‘Trabzon Hurması’ydı. Çocukları ‘Bugün sizi hem tadı nefis hem de bizi hastalıklardan koruyan bir meyveyle tanıştıracağım!’ diyerek ağacın dibine götürmüştüm. AyşeCan’ın eski cibinliğini astım bir dala, oturacak yerler ayarladım ve uzman konuk hurma ağacımız sahneye çıkmış gibi oldu. Aslında planladığım şey sadece meyveden bahsetmek ve bir gün önceden toplayıp evde yaptığım hurmalı milkshake’i* çocuklara ikram etmekti. Ama bir çırpıda içeceğini içen çocuklar ağaca tırmanmak istediler, yardımcı öğretmenimle beraber onlara yardım ettik; zaten çok alçak ve çocuk dostu bir ağaçtı canım benim, çok misafirperverdi. Sonra hurma toplamak istediler, Derken cibinlik içinde uyumalar mı dersin, birbirini hurma yemeğe davet etmeli komşuculuklar mı dersin, oyunlar çeşitlendi, uçtu gitti... İşte bu şekilde ilerleyen derslere ‘yarı yapılandırılmış’ diyebiliriz. Başta belli bir gelişimi hedefleyen yol haritası var, sonra yaratıcılık devreye giriyor.

Bazen de örtüyü atar çimlere ‘Haydi gelin şu hayvan kartlarını oynayalım!’ derdim, ya da saklambaç, istop oynamak için harika bir gün olurdu.. Bu tür oyunlar ‘yapılandırılmış’ oluyor çünki kuralları belli; mantık kullanmak ve akıl yürüterek bir çözüm bulmak gerekebiliyor. ‘Serbest oyun’, adı üzerinde; neyle, nasıl, kiminle oynayacağını çocuk seçiyor. Ama ‘serbest’ deyip de bir kenara çekildiğim hiç olmadı; yaratıcılıklarını kamçılamak için açıkçası kendime delice işler çıkarırdım; evde ne kadar leğen, kap kacak, huni, kepçe vs varsa okul bahçesine taşımak gibi... Sırf Haziran sıcağında sulu oyun oynasınlar diye. (Onları günün sonunda toplayıp temizleyip geri eve götürme zamanı geldiğinde ‘Sen niye daha zahmetsiz bir ders yapamıyorsun?’ diye kendime sorduğum çok olmuştur! Ama hayal güçleri mısır gibi patlıyordu. Keşfettikleri, uydurdukları şeyler beni o kadar heyecanlandırıyordu ki, daha da acayip dersler tasarlayasım geliyordu.


Oyun her haliyle harikadır! Harikalar ülkesine bilettir! Ne formatta olursa olsun z
ihinsel ve fiziksel sağlığımız için elzemdir. Becerilerimizi geliştirmek için fırsat yaratır, akıllara fikirler yağdırır hele ki doğadaysak! Ben bir oyun fanatiğiyim! Yıllarca ne öğrettiysem (İngilizce, müzik, permakültür) her şeyi oyunlaştırmaya çalıştım. İsterdim ki oyun üniversitede de oynansın, iş yerlerimizde de! Hatta mecliste bile!


Finlandiya Etkileşimleri

Bizim eğitim sistemimizde 'ders', 'müfredat' anayasa gibidir; ondan geri kalmak, azıcık sapmak hiç arzu edilmez, o yüzden koştura koştura bavullar dolusu bilgi yükleriz kafacıklarımıza; hiçbirisini de doğru dürüst sindiremeyiz, hayatta bir denkliğini, anlamını bulamadan sınavlara girer çıkarız ve sonra da basarız pedalına, çöp kutusu ağzını açar ham yapar o yığınla bilgiyi... Bu daha çok ilkokuldan sonra başlar ama anaokulunda da bir 'dersten derse koşma deliliği vardır. Bir türlü ânı rahat rahat, sindire sindire yaşayamayız. Bir çocuk tüm ruhuyla resim yaparken, 'hadi toplanma vakti, yemeğe gidiyoruz!' denir.  'Haydi Dışarı' dersinde karınca yuvalarını incelerken uzaktan bir öğretmen sesi gelir: 'Hadi bakalıııım, İngilizce dersine geç kaldık, çabuk sıra olun! 

Finlandiya'daki bir Orman Okulunun müdürünü seyretmiştim; okulunu ve sistemi anlatıyordu: 'Biz büyükler hayatımızı saat başı bölünen blok zamanlar halinde yaşamıyoruz ki! 'Şimdi saat 12; yemek yemem lazım, ya da 10 dakika sonra uyku saatim başlıyor' gibi bir şey söylemiyoruz. Ne zaman acıkırsak yiyor, ne zaman uykumuz gelirse uyuyoruz. Biz de bu okulda işte böyle yaşıyoruz; akışa göre. Elbette o ay öğretmek istediklerimiz aşağı yukarı belli ama bu o kadar keskin hatları olan bir program değil. Eğer bir grup çocuk 1 saattir balık tutuyor ve bundan keyif alıyorsa, bırakın oltaları şimdi yemeğe gitmemiz gerek demiyoruz. Ne zaman o çocuklar artık balık tutmaktan yorulur, karınları acıkır ve dönmek isterlerse o zaman dönüyoruz. Bu şekilde enerji çok verimli kullanılıyor.'
Ben bu kafaya bayılmıştım! Hep bunu yapabilmeyi istedim sonra; hem kendi çocuklarımla hem öğrencilerimle.

Ne kadar zor olduğunu anlatamam size! Yılların birikimi var. Sen de hep dersten derse koşmuşsun, bir kaptan bir kaba aktarılmışsın, neye ne zaman başlayıp ne zaman nokta koyacağını hep birileri söylemiş. Kolay mı kafayı değiştirmek? Rahatlamak ve akışa teslim olmak zor... Ama çaba gösterdim elimden geldiğince.
Eğer bir çocuk kendi gördüğü keşfettiği bir şeyi inceliyorsa, bundan heyecanlandıysa, ''Dur şimdi, sırası değil!' dememeye çalıştım. Dikkatlerini çeken şeyle büyülendiklerinde bu büyüyü bozmaya, müfredat uğruna paspas altı yapmaya hiç kıyamadım. Zaten o merak giderilince, konuya tıpış tıpış dönülüyor, ne var? Zaten dönülmese ne olacak!?

İlk Yıl

'Anneler ve çocuklar beraber büyürler.' (Osho) Ne kadar doğru! Ayşem ve Canım bana sabrı, hayatın küçük şeylerinden keyif almayı, tüm kalbimle gülmeyi öğretti. 'Haydi Dışarı' dersimde onların da olması bir ayrıcalıktı; öyle mutlu oluyordum ki tüm çocuklarla beraber yaptıklarımızdan keyif aldıklarında.  O gün çiçek dikilecekse seraya beraber gidiyorduk, çim tırtıl yapılacaksa çorapları kesiyorduk, tohumları kutuluyorduk. Dünyanın en mutlu öğretmeniydim o sıralarda. Bir de yardım etmeyi ve dersime katılmayı çok seven Melike vardı. Melike hem Fulya'nın hem 'doğa'nın kızıydı sanki! Ağaçlara bir solukta

tırmanır, armutlar, dutlar, narlar toplar onları çocuklara indirirdi. Duvarlarda, çatılarda yürür, dallardan sarkardı. Kendine özel yüksek ve kuytu yerleri, meyve ve abur cubur zulaları vardı. Bu çok havalıydı! Melike dedesinin ona doğayla ilgili öğrettiği şeyleri çocuklara paslıyordu bilmeden. Harika bir öğretmen yardımcısıydı! Şimdi artık yetenekli bir sporcu olarak Kanada'da yaşıyor. Belki Fulya'nın orada açtığı 'Blue Planet' Anaokulunda öğretmen bile olmuştur! 

Kendime yarattığım çiçeği burnumda işimin ilk yılı, mevsimlere uygun temalar, anlatılacak şeyler ve oyunlar bularak su gibi geçti. Ders çocuklar, öğretmen arkadaşlarım ve veliler tarafından çok sevildi. Ama bir eksik vardı içimde, bir yetmezlik hissi. Yani çocukların rastgele fırlattıkları soruların hepsine cevap veremiyordum. İşimi çok ciddiye alıyor, her dersim için detaylı bir ön çalışma yapıyordum ama doğanın işleyişi hakkında daha kapsamlı bir bilgi için içimde bir açlık vardı. Bu noktada tam Lao Tzu'nun dediği gibi bir şey oldu: 'Öğrenci hazır olduğunda öğretmen ortaya çıkar. Öğrenci gerçekten hazır olduğunda ise öğretmen ortadan kaybolur.' 

Bir gün Yeşil Gazete'de* ilkokul arkadaşım Deniz Üçok'u gördüm. 1980'lerden beri görmediğim bu tatlı kızı çok güzel işler yapan, yaratıcı, tasarımcı, girişimci güzel bir kadın olarak görünce karşımda çok heyecanlanmıştım. Deniz permalkültür kapsamında bir oluşum olan  'Permablitz'den bahsediyordu. İlk olarak 2006’da Melbourne’dan çıkan Permablitz'in amacı, bir şehir bahçesini permakültür prensipleriyle yenebilir bir bahçeye dönüştürmekmiş. Deniz de Permablitz İstanbul'u başlatan kişi olmuş. İçinde yaşamaktan çok mutlu olacağım ama dilini bilmediğim bir ülkeyi anlatıyor gibiydi Deniz... Hemen koştum Bodrum'da arkadaşıma hediye ettiğim 'Permakültüre Giriş'* kitabını yeniden satın aldım.  Daha sonra Deniz'in telefonunu bulup onu aradım. Yirmi beş yıllık bir özgeçmiş alışverişinden sonra Deniz'cim bana Geoff Lawton diye bir öğretmenden Permakültür Tasarım Sertifikası aldığını, ve bunun çok hayat

değiştiren bir deneyim olduğunu (ya da buna benzer bir cümleydi tam hatırlamıyorum) söyledi. İlgiyle, kalbim çarparak dinlerken Deniz'i, birden içimdeki çalkantılı deniz taşıverdi. Deniz'e nâzır hüngür hüngür ağladım! Bunun biten evliliğim ve içine düştüğüm boşlukla ilgili olduğunu ve konuşma sonrasında da çok utandığımı hatırlıyorum. Düşünsenize, 25 yıldır görmediğin bir ilkokul arkadaşın arıyor seni işin gücün arasında ve birden psikolojisini sağanak gibi boşaltıyor üzerine... Neyse, sanırım Deniz hoş görmüştür bu 'taşkın'lığımı... Çok istememe rağmen hiç görüşemedim onunla, ama Permakültür'e onun sayesinde, çok doğru bir hocayla ve çok doğru bir zamanda başladım. Bu yüzden minnettarım Deniz'e. Her nerede ve ne yapıyorsan, dalgaların hep ışıl ışıl olsun; insan için, dünya için kelebek etkisi olmaya devam et güzel arkadaşım. 

Mavi Gezegen’de geçirdiğimiz yıllar boyunca Fulya ve Tuğrul idari birer kişilikten çok iyilik meleği pozisyonunda kaldılar. Sayısız fedakarlık, incelik ve yardım hatırlıyorum. Örneğin Can dilini yardığında o gün bir şey yiyemeyeceği için onu okula göndermeyecektim, Fulya ‘Sen gönder oğlumu!’ dedi. Akşam öğrendim ki haftalık menüde oynama yapmış. İçinde Can’ın yiyebileceği daha çok sıvı şey olan menüyü o güne almış… Bu benim aklıma bile gelmezdi! Sonra bir gün Ayşe’nin bez bırakma çalışmalarında iyiye giderken, çocuğu okula bezle yollamışım, Tuğrul onca işinin arasında çarşıya gidip Ayşe için kilot almış. Normalde ‘Aman annesi bezle göndermiş bugün n’apalım!’ demeleri beklenirdi. Sonra çılgın yağmurlarda taksi bulamadığımızda Tuğrul’un yine işi gücü bırakıp bizi evi bırakması filan… O kadar incelikli şeyler ki bunlar, bir kahvenin 40 yıl hatırı varsa bunların hatırı ömrü aşar!

Böyle bir güven ve sevgi gezegeni içinde heyecanla yaptığım çalışmalar, ürettiğim fikirler güzel gelişmelere ve değişikliklere gebe oldu. Eğer kitabımı okuyanlar arasında benim gibi 49 yaşına kadar ne yapmak istediğini bilememiş, daha doğrusu bir şeyi değil her şeyi yapmak istemiş birileri varsa onlara şöyle demek isterim: ‘Yalnız değilsiniz, sabredin, kendinizi hor görmeyin; çiçekten çiçeğe konup polen toplamakla geçirdiğiniz onca yıl sonunda eşsiz bir kovanınız olacak!’
Bu bölümü, benimle aynı yılda (1976) doğmuş, benim için yazılmış gibi olan bir şarkıyı paylaşarak bitiriyorum. Bana 60’ların, 70’lerin nefis müziklerini öğreten ipek sesli canım ablam Ece Berker Çallı’ya şükranlarımla…

EVERYTHING – Barbra Streisand

I want to learn what life is for
I don't want much, I just want more
Ask what I want an I will sing
I want everything...everything.

I'd cure the cold and the traffic jam
If there were floods, I'd give a dam
I'd never sleep, I'd only sing
Let me do everything...everything.

I'd like to plan a city, and play the cello
Play at Monte Carlo, play Othello
Move into the White House, paint it yellow
Speak Portuguese and Dutch
And if it's not too much...

I'd like to have the perfect twin
One who'd go out as I came in
I've got to grab the big brass ring
So I'll have everything...everything.

I'm like a child who's set free
At the fun fair
Every ride invites me
And it's unfair
Saying that I only
Get my one share
Doesn't seem just
I could live as I must
If they'd...

Give me the time to turn the tide
Give me the truth if once I lied
Give me the man who's gonna bring
More of everything
Then I'll have everything
Everything.

 

Her Şey – Barbra Streisand

Hayatın ne için olduğunu öğrenmek istiyorum
Çok şey istemiyorum, sadece daha fazlasını istiyorum
Ne istediğimi sorun ve şarkı söyleyeyim
Her şeyi istiyorum... Her şeyi.

 

Soğuk algınlığını ve trafik sıkışıklığını tedavi etmek isterdim
Seller olduğunda barajlar koymak…
Hiç uyumazdım, sadece şarkı söylerdim
Her şeyi yapmak isterdim… Her şeyi.

 
Bir şehir planlamak ve çello çalmak isterdim
Monte Carlo'da oynamak, Othello’yu oynamak,
Beyaz Saray'a taşınmak ve onu sarıya boyamak,
Portekizce ve Flemenkçe konuşmak
Ve eğer çok fazla değilse...

 
Mükemmel bir ikizim olsun isterdim
Ben içeri girdiğimde dışarı çıkacak biri
Başarılarımın karşılığını almak isterdim
Böylece her şeye sahip olurdum... Her şeye.

 
Serbest bırakılmış bir çocuk gibiyim
Lunaparkta
Her sürüş beni davet ediyor
Ve sadece tek biletim olduğunun
söylenmesi adil değil
İstediğim gibi yaşayabilirdim, eğer…

 

Bana gel-giti tersine çevirmek için zaman verilseydi
Gerçekler verilseydi, bir kez yalan söylediğimde bile
Her şey’den de fazlasını verecek bir erkek verilseydi
O zaman her şeye sahip olurdum…
Her şeye….

 

 


** 'Herkes kendi şansını kendi yaratır' Richard Wiseman

*** Mr Abed Central Connecticut State Üniversitesi’nde Eğitim Teknoloji Mastırı yaparken iki dersimin hocası ve de danışmanımdı. Bir gün sınıfta anlattığı şeyi hiç unutmadım. Kendi şansını yaratmakla ilgiliydi. ‘Her zaman iş ilanından iş aranmaz, sen bir ihtiyaç, bir eksik bularak onu bir firmaya/iş yerine sunabilirsin ve onlar da hiç akıllarında yokken bunu olumlu karşılayabilir ve seni işe alabilirler.’

****Bu milkshake o kadar güzel ki Trabzon Hurmasını sevmiyorsanız Aslı Balakin’in ‘Dokuzuncu Bulut’ bloğundaki tarifi deneyin derim. Aslı Balakin Türkiye’nin 2009’da yazmaya başlayan en eski yemek blogger'larından. Her tarifini çok severek yaparım.
 https://www.dokuzuncubulut.com/index.php/icecekler/368-hurma-milkshake.html



























Fulya kimseyi unutmaz ama AyşeCan Mavi Gezegen'in ilk senesinin ilk öğrencilerinden olduğu için sanırım aramızdaki bağ daha bir unutulmaz oldu.